Yüzünde kızgınlıktan çok derin bir şaşkınlık ve bezginlik ifadesiyle bakarak; “Her şey o kadar hızlı oldu ki kabullenmek ağırıma gidiyor. Meslek buharlaşır mı ya? Yıllarımı verdiğim hastanede, ömrümü feda ettiğim mesleğimde kendimi yabancıdan da öte bir ruh gibi hissediyorum. Sanırım hekimlik mesleği ile birlikte ben de buharlaştım, anca farkına varıyorum.” Dedi.
Bu sözler görev yapmakta olduğum kamu hastanesinin kıdemli hekimlerinden, değerli bir meslektaşımıza, sevilen bir abimize aitti.
Hastanelerin modernizasyonu sırasında gerçekleşen teknolojik yeniliklere zorlansa da ayak uydurmaya çalışan, hastaları ve meslektaşlarınca sevilen, her anlamda “iyi” bilinen bir insandan söz ediyorum.
Biraz eski kafalıydı. Elektronik imza uygulamasına geçmemekte uzun süre direnmiş, e-imzanın zorunlu hale gelmesine kadar reçetelerini elle yazıp imzalamaktan ve kaşelemekten vaz geçmemişti.
Her fırsatta hekimliğin simgesel sermayeleri olan beyaz önlük, reçete, imza ve mührü savunur bunlardan vaz geçilmemesi gerektiğini dile getirirdi. Sorulduğunda da bu durumun kendi tercihi olduğunu söyleyip saygı duyulmasını bekliyordu.
Memuriyet yaş sınırını doldurmuş, yasanın izin verdiği şekilde her yıl yenilenen idari onay ile çalışmaya devam ediyordu.
O gün ise; hastane idaresince kendisine yönlendirilen şikâyet evrakı ve savunma talebini şaşkınlıkla karşılayıp nasıl bir cevap vermesi gerektiği konusunda biz meslektaşlarından görüş ve yönlendirme rica ediyordu.
Yukarıdaki sözleri de o sırada dile getirmişti.
İşini özenle yapmaya çalışan, bu nedenle mesai sonrasına da kalıp hastaları bitmeden çıkmayan biri olduğunu hastane idaresi de bizler gibi iyi biliyordu. Üstelik bu sessiz sakin meslek erbabı yakınlarda dede olmuş, torununun çikolatasını kendi eliyle dağıtıp mutluluk içinde fotoğraflarını paylaşmıştı.
Dedeliğin yakıştığı insanlardandı.
İşte o hekim abimiz bir hastası tarafından üst makamlara şikâyet edilmişti. Şikâyet konusu ise hekimin verimsiz çalışarak gereksiz zaman kaybına neden olmasıydı.
Neymiş?
E-imza ila elektronik reçete yazdıktan sonra her hastaya reçetenin yazıcı çıktısını imzalı ve kaşeli olarak veriyor, yazdığı ilaçları nasıl kullanması gerektiğini uzun uzun anlatıp hem eczacının işine karışıyor hem de vakit kaybına neden oluyormuş.
Şikâyet eden kişi de verilen randevu saatine göre muayeneye hayli geç kabul edilmesi nedeniyle mağdur olduğundan yakınıyordu.
Hastane idaresi olayı sıradan resmi bir yazışma olarak görüp işini özenle yapmaya çalışan yılların hekimini savunmak yerine şikâyete konu olan durum için savunmasını istemeyi uygun görmüştü.
Canı çok sıkkındı. Mesleğini özenle uyguladığı teşhis ve tedavide hata yapmamaya çalıştığı için kendini savunmak zorunda kalmanın ağrına gittiğinden, mesleğin kendi ile birlikte buharlaştığından söz ediyordu.
Yaşına bağlı kalp ve tansiyon sorunu olduğunu bildiğimiz için sağlığı için endişelenip yalnız bırakmamaya çalışıyorduk. İdarenin gönderdiği savunma talebine yanıt vermek zül geliyor, “yanıtlamak zorunda mıyım?” diye söyleniyordu.
Zamanında Anadolu’da başhekimlik de yapmış kıdemli bir diğer meslektaşımız yasal süre içinde savunma istemine yanıt vermemenin şikâyete konu olan durumu zımnen de olsa kabullenmek olacağını, bir şeyler yazması gerektiğini söyleyince bizimki yelkenleri indirdi.
Şöyle bir yanıt yazıp idareye gönderdi;
“Başhekimlik makamına
İlgili tarih ve numaralı ıslak imzasız savunma istem yazınızı okudum. Şikâyet eden kişi hastalarımdandır ve bana böyle bir yakınmada bulunmamıştır. Mesleğimin gereğini yerine getirmekte olduğum dışında verebileceğim başka bir yanıt yoktur.
Gereğini arz ederim”
Bu yanıt idareyi rahatsız etmeye yetti.
Meslektaşımızı çağırıp konuşmak yerine “uyarı” cezası vermeyi ve sonucu da şikâyet eden tarafa bildirmeyi seçti.
Hastane idaresi savunma metninde “ıslak imzasız” diyerek idareyi eksik veya hatalı işlem yapmakla itham ediyor olduğu düşüncesiyle meslektaşımızdan bir kez daha savunma istedi.
Dahası sözleşme süresi sonunda çalışmaya devam etmesinin idarenin tasarrufunda olduğunu hatırlatıp aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi.
İş giderek çığırından çıkıyor abimizin tansiyonu da yükseliyordu.
Gelen ikinci savunma metnini de biz meslektaşları ile paylaşıp yine görüş istedi.
Abimizin bunca yıllık devlet memuru olmasının gerektirdiği deneyimle konuyu bizlerle paylaşmasının aslında bizlere de bir şey anlatma çabası olduğunu o sırada anlamamış saf saf ne yapılabileceği konusunda fikir yürütüyorduk.
Gelen yazıya yanıt olarak kaleme alınan ikinci savunma metni;
“Başhekimlik makamına
İdarenizce ilgili tarih ve numaralı, ıslak imzasız gönderilmiş ve tarafımdan savunma istenen metni okudum.
Hastanede çalışan hekimler arasından seçilip çalışanları temsilen göreve getirilen başhekimin iç yazışmalarda ıslak imza yerine elektronik imza seçmesine bir itirazım olamaz. Ancak yine de aynı çatı altında görev yapan hekimler olarak meslek etiği ve karşılıklı saygı gereği bu tür yazışmalarda ıslak imza kullanılmasının daha doğru bir tercih olduğu kanaatindeyim.
Savunmamda hakaretamiz bir ifade kullanmadan bu kanaatimi dile getirdiğim için idarenin alınganlık göstermesini anlamakta güçlük çekiyorum. Söyleyeceğim başka bir şey yoktur. Gereğini arz ederim.”
Şeklinde kaleme alınmıştı.
Bu savunma metnine idarenin yanıtı daha sert oldu ve meslektaşımıza “kınama” cezası vermeyi uygun gördü.
İşte orada film koptu.
Ayın ilk günlerindeydik. Yaz ayları nedeniyle pek çok hekimin çalışma programını ayarlayıp izne çıktığı, kısaca iş yükünün hayli yoğun olduğu aylardaydık.
Abimiz kendisine tevdi edilen cezaları içine sindiremeyip o sabah kimseye haber vermeden emeklilik işlemlerinin başlatılması için dilekçe verir. İşleme girme onayı için dilekçeyi başhekimlik sekreterliğine bırakıp günlük mesaisine devam eder.
Başhekim de masasında yığılı diğer evrakla birlikte sıradan bir emeklilik başvurusu olarak meslektaşımızı çağırıp konuşma gereği bile duymadan gerekli işlemi başlatan imzayı atıp onay verir.
Başhekim sekreterliği gün sonuna doğru abimize dilekçenin işleme girmek üzere idare tarafından onaylandığını, gelip teslim alıp sicil büroya bırakması gerektiğini haber verir.
İş çıkışına doğru abimiz başhekim sekreterliğinden evrakı alıp sicil büroya teslim eder. Sicil büro görevlileri emeklilik onayının gelmesinin bir aya yakın süreceğini bu arada teamül gereği kalan yıllık izinleri kullanması gerektiğini bildirir.
Meslektaşımız ertesi günden başlamak üzere kalan 37 gün yıllık izin hakkını kullanmak için izin dilekçesi yazar, gerekli yerlere imzalatıp hastalarına bakmak üzere görevinin başına döner. Geç vakit hastalarını bitirir. Odasındaki şahsi eşyalarını toplar ve sessizce izne ayrılır.
Ertesi gün randevularına gelen hastalar hekimlerini bulamayınca ortalık karışır.
Hastaların şikayetleri hastane idaresine yönelince başhekimlik kendi kalesine attığı gol ile yüzleşmek zorunda kalır.
Randevulu hastalarla ilgilenecek hekim olmaması ve dahası meslektaşımızın takip ettiği pek çok hastanın başka hekim istemeyip kendi hekiminde ısrar etmesi, konunun en üst makamlara kadar şikâyet konusu olması hastane idaresini bir hata daha yapmaya iter.
Sicil bürodan bir memur, meslektaşımıza telefon ile ulaşıp hastane idaresi tarafından aldığı yıllık iznin iptal edildiği, gelip çalışması gerektiği, aksi halde istifa etmiş sayılacağını sözlü olarak bildirilir.
Hekim abimiz memura sadece teşekkür eder.
Telefonunu tümden kapatıp bulunduğu şehri terk eder. Sanki buharlaşır. Haftalarca kendisinden haber alınamaz.
İki gün sonra sorun daha da büyür.
Yılların hekiminin takip ettiği hastalar hastane bahçesinde toplanıp Başhekimliğe yürür. Konunun medyaya yansımasıyla idare iyice köşeye sıkışır.
Tüm bunlara rağmen siyasi gücüne de güvenen hastane idaresi kuyruğu dik tutmakta kararlıdır.
Mesaiye gelmediği her gün için meslektaşımız için tutanaklar tutulur. Bu arada “birileri” ile “Gelsin işinin başına dönsün. Affedip kınama cezasını da kaldıracağım” diye haber göndermeye çalışırlar.
Ancak meslektaşımızı tanıyanlar böyle bir mesajı iletmeye yanaşmaz.
Konu il sağlık müdürlüğüne de yansır ancak izin dönemi olduğu için diğer hastanelerden geçici görevlendirilecek hekim bulunamaz.
Hastane idaresi fütursuzca hasta randevularını iptal etmek yerine kendince geçici bir çözüm üretir. İlgili branşta yıllık izinde olan genç bir meslektaşımız aranır ve izninin iptal edildiği göreve gelmesi gerektiği bildirilir.
O sırada tatil yapmakta olan meslektaşımız iznini kesip ailesi ile birlikte dönmek ve mesaiye başlamak zorunda kalır. Ancak birkaç günlük biriken randevular ile birlikte iki misli çalışması istenince o da istifa dilekçesini bırakıp çoktan beri çağrıldığı özel hastane grubuna geçmek üzere hastane ile ilişkisini kesip, ayrılır.
Kısaca basit bir ıslak imza üzerinden idarenin hekimler üzerinde baskı kurma, değersizleştirme çabası olarak başlayan sorun yönetilemez hale gelir.
Beceriksizlik ayyuka çıkar.
Tüm bunların yaşanır ve hastane deneyimli iki hekimini kaybederken başhekim siyasi gücünü de kullanarak sanki hiçbir şey olmamış gibi görevini sürdürür.
Emeklilik bekleyen abimiz ise ay sonuna doğru emeklilik onayının geldiğini öğrenip sessizce sicil büroya uğrar, ayrılış işlemlerini başlatır.
İzindeyken mesaiye gelmediği için hakkında tutulan tutanaklar ve ilişkili savunma evraklarına da yanıt vermez.
Hastanenin 30 yıllık emektar hekimi bir hırsız gibi sessizce emekli olur ve ayrılır.
Tüm bunlar yaşanırken sessizce izleyip hiçbir şey yapmayan biz meslektaşları da içlerine sinmeyen bu durumu protesto etmek için başhekimin toplantı çağrılarına katılmama şeklinde cılız bir eylemde bulunur.
O kadar…
İlerleyen günlerde ayrılan iki meslektaşımız için bir akşam yemeği düzenlenir.
Abimiz gelmek istemez. Israr üzerine hastane idaresinden kimsenin olmaması şartıyla katılacağını bildirir.
Veda yemeğinde söz sırası kendine geldiğinde hepimize teşekkür eden abimiz kısa bir konuşma yapar.
Sözlerine rahmetli babasını anarak başlar;
“Rahmetli babam devlette çalışıyorsan giydiğim önlüğe, kullandığım mühür ve attığım imzaya özen göstermemi salık vermişti.
Babam bakkal dükkânı işletirdi. İki kefeli terazisi ve dirhemleri vardı. Her şeyi o terazide özenle tartardı. Elektronik terziye geçmeyi de istememişti. Zamanla yaşlanıp elden ayaktan kesilince dükkânı devretmiş ancak terazisini alıkoymuştu. Devralan kişi de ihtiyacı olmadığı için teraziyi almasına ses çıkarmamıştı.
O terazi evde dururdu. Bir keresinde terazinin evde baş köşede duruyor olmasının nedenini sormuştum. İki kefeli terazide tartmak istediğin ne ise karşısına onun dengi bir şey koyar kefeleri eşitleme çalışırsın demişti.
Anlamadığımı görünce insanın da kendi dengini bulmadan kendi değerini bilemeyeceğini anlatmaya çalıştığını söylemişti.
Bugün ne değiştiğini sorduğumda da elektronik teraziler ile yapılan işlemin tartmak olmadığını kaç paralık isteniyorsa o kadarlık ürün verildiğini söyleyerek “Karşısında bir kefe ve dengi olmayınca başkalarının verdiği değer kadar ağırlığı oluyor insanın. Kendini bilemiyorsun” demişti.
Kendi değerini tartacak dirhem olmayınca insanın da değerini yitireceği, bilemeyeceği kaygısındaydı.
Babam haklıydı.
Bugün bakınca; gerçekten de insanın kendi değerini tartmak yerine onun bunun onayından değer devşirdiği bu günlere nasıl gelindiğini kabullenmekte zorlanıyorum.
Sanırım, öyle birdenbire olmadı.
Önce kalabalık hastane koridorlarında birleri bir şey sormasın diye önlüklerimizi çıkardık.
Sonra imzamızı en son da mühürlerimizi bıraktık.
Biz yaptık. Biz…
Direnmedik. Sorumluluk bize ait diye düşünüyorum.
Her şey mesleğimiz ile birlikte buharlaşıverdi.
Halbuki imza ve mühür ne idi?
Yazılan reçetenin hasta ile hekim arasındaki bir akit olduğunun onayı idi. Hasta da hekim de hatta hastalık da o reçete kadar gerçekti.
Sonra hepsi birden uçuverdi.
Bir gün bir de baktım ki her şey buharlaşmış. Hastane idaresinin darphanede basılan ve zimmet ile devredilen mührü bile elektronik olmuş.
Son dönemde yaşadığım olaylar da elektronik terazilerin yaptığı gibi ancak gördüğüm iş kadar değeri bilinen biri olduğumu fark etmemi sağladı.
O zaman kendi değerimi başka yerde aramam gerektiğini düşünüp kavgasız gürültüsüz ayrılmaya karar verdim.
Bunca yıl emek verdiğim mesleğim buharlaşırken kafasını kuma gömmüş biri olarak suçluluk duyuyorum.
Bu nedenle sizlere bir öğüt verecek değilim.
Kullanamadığım için yanan 12 gün izin hakkımı da helal ediyorum.
Şairin dediği gibi “Üstü kalsın.”
Bugün burada sizlerle birlikte olduğum için hepinize teşekkür ederim” dedi.
Sonrası karşılıklı iyi dilek ve temenniler, ilerleyen saatlerde ise mesleki sorunlar ve bitmeyen trafik muhabbeti ile geçen uzun bir gece oldu.
Abimiz yaşadığı ili de terk edip yazlığına yerleşti. Mesleği tümden bıraktı.
Aradığımızda torunu ile daha çok vakit geçirebildiği için mutlu olduğunu ifade ediyordu.
Bizler mi?
Bizler, yani kendini masum sanan, kafasını kuma gömmüş halde “Ama ben ne yapabilirim ki? Onca borcum varken katlanmak zorundayım.” diyerek çalışmaya devam edenler için şartlar giderek daha da ağırlaştı.
Gördüğümüz iş kadar değerimiz olduğunun ve hastaların da hekimlerin de sistemin akışkan unsurlarından başka bir şey olmadığının farkında olmakla yetiniyoruz.
Hepsi bu…
Mehmet Uhri