Bir Yörük Tanıdım

yoruk-2

Bir yörük tanıdım.

Hayli yaşlıydı ve ilerlemiş yaşına karşın ilk kez hastaneye geliyordu. Toroslar’ da göçebe yaşayan, yazları yaylaya çıkıp kışları ovada geçiren, hayvancılık ile hayatını sürdüren göçerlerdendi.

Sağlık sorunları nedeniyle hastaneye başvurduğunda yeşil kart çıkartması gerekmişti. Sağlıklı nüfus bilgisinin dahi olmaması yüzünden yeşil kart çıkarması hayli zor olmuş taburcu işlemi yapılamamıştı. Doğada yaşayan vahşi ve özgür canlılar gibiydi. Değil üzerine kayıtlı mülk sahibi olmak nüfus kağıdı sahibi olma gereksinimi bile duymamıştı. Üstelik bizlerin yaşadığı hayat hakkında hayli bilgisi vardı. Şehirlerde hayatın farklı olduğunu biliyor ve sanki özellikle kaçıyordu.

- Bey amca, yaşlanmışsın, bedenin yorgun görünüyor. Bütün bu hastalıklar da yaşlılıktan çıkıyor. Şu göçebeliği bırakmalısın. Şehirde ev tutup otursan artık.

- Senin söylediğin olacak şey mi doktor bey? Ben sizlerin yaşadığı hayatı neyleyim?

- Nedir seni bizlerden,  şehirden kaçmaya iten? Anlat hele?

- Bak doktor bey oğlum. Senin hayatın önceden kurulmuş saat gibi.  Dün, bugün ve yarın hepsi iç içe ve ne zaman nerede ne olacağını biliyorsun.  Büyüyeceksin, okullar bitireceksin.  Doktor olacaksın.  Belki para kazanacaksın.  Malın mülkün olacak.  Ailen çocukların olacak. Onların hayatlarını da planlayacaksın.

- Evet ama ne kötülük var bunda?

- Hayatlar kurtaracaksın ama kurtardığının ne olduğunun çoğu kez farkında bile olmayacaksın. Hayatı, sanki eline alıp şekillendirebilirmişsin gibi yaşayacaksın. Ondan sonra da “ne kötülük var bunda?” deyip şaşıracaksın.

Şaşırmış cevap verememiştim. Ama o gözlerimin içine bakarak konuşmasını sürdürdü.

- Bak doktor. Benim seninki gibi bir hayatım hiç olmadı. Sen nüfus kağıdı gibi, tapu gibi, diploma gibi ya da şehirdeki diğer insanların sana verdiği değer gibi hayatın dışında bir şeylere kayıtlısın. Bende bunlar yok. Bunların hiçbirine kayıtlı değilim. Ben doğaya kayıtlıyım. O istediği sürece ve onun istediği şartlarda yaşamaya çabalarım. Kendimi görebilmek için o kağıtlara, mala mülke bakmam. Doğaya bakarım. Hislerime sığınırım. Yaylanın serinliğinde güneşin içime işleyen sıcaklığında ya da rüzgarın uğultusunda kendimi bulurum. Hissettiklerimle var oldum. Öyle sağda solda kağıtta, sepette değil, hayat hep benim içimde oldu.

- Yani?

- Yani sizler var olduğunuzu hissetmek için kendinize bakmak yerine, birbirinize bakarsınız. Doğadan geldiğinizi unutup ondan kaçar hatta korkarsınız. Varlığınızı başka insanlar üzerinde aradınız yetmez, kafa kağıdı, tapu gibi dışınızdaki şeylerde ararsınız. Söyler misin bana doktor; ikimiz de bu dünyada yaşadığımıza göre hangimizin hayatı daha gerçek?

- Bilmem? Hiç böyle düşünmemiştim.

- Ben sana deyivereyim hele? Ne senin ki tam gerçek, ne benim ki. İkimizin hayatını toplasak belki bir hayat eder. Hepsi o kadar.

Üzerinde çalıştığım, bozukluklarına baktığım bedenlerin içinde bir de hayat olduğunu o güne kadar hiç düşünmemiştim. Hayatın önceden kurgulanan, son derece nesnel dayanakları olan, bize sunulmuş bir tercihler silsilesi olduğunu düşünürdüm. Hatta önceden kestirilebildiği ölçüde hayatın daha kolay olduğuna inanırdım. Yaş ilerledikçe üzerimizde taşıdıklarımızın ağırlığının giderek arttığından, sanki bir çırpıda çözülecekmiş gibi görünen pek çok eski hesabın, sorunun yükünü yıllardır üzerimizde taşımanın gerçek yaşam yorgunluğu olduğundan yakınan emektar şefimizi hatırladım. Bizimki kolumu tutup kendine doğru çekti.

- Sizler için hayat, kenarında durduğunuz kocaman göldür ve ara sıra ayağınızı sokup çıkarıp hakkında çok şey bilirmiş gibi konuşur durursunuz. Kimi gün dalgalı, kimi gün sakin, kimi gün sıcak ya da soğuk. Bunları birbirinizle paylaşmayı da iyi bilirsiniz. Gölün ortasında yüzmeye, batmamaya çalışanları ise anlamakta zorlanırsınız. “Kenarında durmak varken bunca sıkıntıya değer mi?” sorusu çoğu kez sormaya bile çekindiğiniz bir sorudur. Bazen benim gibi çatlak hastanın biri çıkıp size bu soruyu hatırlatıverir. Ne edeceksen et ve beni bırak doktor bey, ben buralarda yapamam.

İşlemlerini tamamlayıp tedavisini düzenledikten sonra taburcu oldu, gitti. O günden sonra bir daha görmedik. Haber de almadık. Yaşanmayanların bir kayıp ya da erteleme olduğunu, mutlaka yaşanılıp bitirilmesi gereken seçimlerimiz olması gerektiğini düşünen çok insan tanıdım. Sanırım ben de bunlardan biriyim.

Yaşlı bir Yörük bana yaşananların yanı sıra hissettiklerimin de hayata ait olduğunu ve bazen hayatın ta kendisi olduğunu öğretti. Hissettiklerimi gizleyerek, paylaşmayarak, unutmaya çalışarak hayatın önemli bir yanını ıskalamakta olduğumu, kenarında güvenle yaşadığım hayatın içinde ancak hissettiklerim ile var olduğumu göçebe bir Yörük’ten öğrendim.

Bir yörük tanıdım. Şimdi nerededir, ne haldedir bilemem ama sanırım o da beni tanıdı…

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu anlatının içeriğine yakın bulduğum bir kısa filmi de izlemenizi öneririm. Akiro Kurosawa’nın 1990 yılı yapımı “Dreams” düşler isimli filminde yer alan bölümlerden biri olan “su değirmenleri köyü” kısa filmine ulaşmak için  Su Değirmenleri Köyü linkine tıklayabilirsiniz.

2 Responses to “Bir Yörük Tanıdım”

  1. Naile diyor ki:

    Hep toroslardan geçerken düşünürdüm onları, kendimi birden onların arasında buluverdim,sağol Mehmet..

  2. Feride diyor ki:

    Ne güzel bir adammış. Yazınız bana da aynı yönetmenin Dersu Uzala filmindeki muhteşem adamı çağrıştırdı. Elinize, emeğinize sağlık.

Leave a Reply