Bir Tespih Hikayesi

9a2f6601-7a13-4818-9982-dc6d5f274bb3

Emektar doktor abimiz emeklilik kararı almış, odasını topluyordu.

Kitaplarının büyük kısmını bölüme bağışlamıştı. Kalanları kolilere yerleştiriyordu. Yardım etmek istedim, gerek olmadığını söylese de o ağır kolileri kaldırmasının kolay olmadığını biliyordum. Birlikte kitapları koliledik.

Bir ara gözüm duvarda çiviye asılı eski ve hayli yıpranmış görünen tespihe takıldı. Tespihi işaret edip “hocam sizden bir anı eşya almak istiyorum, bu tespihi alabilir miyim?” diye sordum. Duvardaki tespihe uzandı, elinde şöyle bir çevirdikten sonra cebine attı.

- Olmaz, onu veremem, başka bir şey iste?

- İyi de hocam bildiğim kadarıyla tespihle işi olanlardan değilsiniz. Dini konulara uzak durduğunuzu kendiniz söylerdiniz. Ne oldu da bu tespih bu kadar önem kazandı?

- Senin de namazla, tespihle işin yok, sen niye istiyorsun?

Bu sözler üzerine sustum.

Çekmeceleri çıkarıp içinin boşaltılmasına giriştim. Kısa sürede odadaki kişisel eşyalar toplanmış hastabakıcının getirdiği bir tekerlekli sandalyenin üstüne yığılıp hocamızın arabasına doğru yola çıkmıştı. Servis hemşiresinin ikramı olan yorgunluk kahvelerimizi yudumlarken cebinden tespihi çıkarıp “bu tespihi neden vermek istemediğimi anlatayım da gücenme” diyerek anlatmaya başladı;

“Yıllar önce sıradan bir Pazar sabahıydı. Hastane idari nöbetini yeni devralmıştım. Önceki günün nöbetçisi acil serviste yoğun bakım gerektiren bir hasta olduğunu ancak yatak bulunamadığı için acil servis şartlarında tutulmak zorunda kaldıklarını bildiren bir bilgi notu bırakmıştı.

Nöbet odasına girmiş üstümü değiştirirken kapım çalındı. Hastane güvenlik görevlisi yanındaki hayli yaşlı beyefendinin nöbetçi şef ile görüşmek istediğini söyledi. “Buyurun” dememle o yaşlı adam koşar adımla yanıma gelip ellerime sarıldı ve “doktor bey bizi bu cehennemden kurtarın, yalvarıyorum. Bize bunu yaşatmayın” dedi.

Elimi kurtarıp koltuğa oturmasını rica ettim. Oturmasıyla birlikte o koskoca adam ağlamaya başladı. Sakinleşmesini beklerken güvenlik görevlisinden aldığım bilgiler doğrultusunda Acil servis yetkilileri ile kısa bir görüşme yaptım. Bilgi notunda sözü edilen ve yatak bulunamadığı için acil serviste sedyede bekletilen hastanın yakınıydı.

Hastanın bilgilerine ulaşırken de sessizce ağlamayı sürdürdü.

Bir süre sonra torununun acil serviste yattığını, komada olduğunu, yoğun bakım yatağı bulunamadığı için ölmek üzere olduğunu anlattı.

Dedeyi de yanıma alıp acil servise yöneldim. Torunu 20 yaşındaydı. Dedenin söylediğine göre askerliğini Güneydoğuda yapıp yeni dönmüştü. Bunalıma girip babasının beylik silahıyla kafasına ateş ederek intihar etmeye çabalamış ancak ölmemişti.

- Biz inançlı bir aileyiz doktor bey oğlum. Bizde intihar en büyük günahtır.

- İyi de torununuz henüz yaşıyor, sakin olun.

- I ıh, anlamadın. İntihar etmeye kalktığı için anne ve babası hastaneye bile gelmediler. Gerçi gelinim onu yalnız bırakmamam için benden yardım istedi ama oğlum, insan içine çıkamayacak kadar büyük bir suç işlendiğini düşünüyor.

- Yani şimdi burada sizden başka kimsesi yok mu?

- Maalesef yok, doktor bey oğlum. Torunum yalnız başına sedyede can çekişiyor. Gelinim gizlice aramasa benim de haberim olmayacaktı. İlçe devlet hastanesi ilk müdahaleyi yapıp sevk etmiş. Yolda kalbi iki kez durmuş. Yoğun bakım yatağı bulunamayınca yol üstündeki en yakın hastane olarak size getirmişler. Dünden beri burada öylece bekliyoruz.

Gerçekten de acil servis kabinlerinden birinde perdenin ardında seyyar monitöre ve otomatik solunum cihazına bağlı, kafasının sağ tarafı sargılar içinde bilinci kapalı sırım gibi genç bir delikanlı sedyede yatıyordu. Hızlıca kan değerlerine göz attım. Açıkçası bu şartlarda hastaneye canlı gelmesi bile mucizeydi.

Çok fazla dayanabilecek gibi de görünmüyordu.

Acil servis hekimi durumun çok kritik olduğunu, yoğun bakım şartları sağlanmadığı takdirde saatler içinde kaybedileceğini ancak hiçbir yerde yoğun bakım yatağı bulunamadığını ve dahası başka merkezlerde de benzer durumda yatak bekleyen hastalar yüzünden can pazarı yaşanmakta olduğunu bildirdi.

Hastanın filmlerine tekrar göz attım. Kafatası ve beyin hasar görmüş olsa da hayati merkezler isabet almamıştı. Yolda kalbinin durmuş olduğu dönemde başka beyin hasarı olup olmadığını bilmiyor hastayı uyutuyorduk. Hastaneye geldiğinden beri geçen süre içinde durumu iyiye gitmiyordu.

Yaşlı dede tekrar ellerimi tuttu.

- Onu böyle Araf’ta bırakma doktor bey. Bir şey yap. İki kapıdan birini onun için açmaya çalış. Ne olacaksa olsun.

- Çok zor. Hafta sonundayız ve tüm yataklar dolu. Yukarıda servislerde bile boş yatağımız yokken yoğun bakım yatağı bulmamız imkânsız görüyor. Bulunabilseydi bir gün önceden bulunurdu. Torununuzun ertesi güne kadar dayanması da çok zor görünüyor.

- O zaman cihazın fişini sen çek. Bu cehennemi torunuma ve bana yaşatma.

Bu sözlerden sonra bekleme koltuğuna çöktü ve yine “onu bırakmayın, o daha çocuk, bırakmayın onu” diyerek sessizce ağlamaya başladı. Dedeyi acil servis çalışanlarına emanet edip odama yöneldim.”

8fe66389-a047-42ff-9bde-a1892e49be6eHocamız kahvesini yudumlarken dayanamayıp araya girdim “Peki siz ne yaptınız? Çözüm bulabildiniz mi? Hoş şimdi aynı durum olsa yine çözümsüz kalma olasılığı çok yüksek, hiçbir şey değişmemiş gibi. Peki ya tespih?” diye üsteledim. Elindeki kahve fincanını masaya bırakırken “Bir çözüm olmalı” diye düşündüğünden söz etti. Anlatmayı sürdürdü;

Bir çözüm olmalıydı. 20 yaşında bir delikanlı ölmek istese de bir şekilde hayata tutunmuştu. Yoğun bakım için bilinen tüm yollar denenmişti. Özel hastaneler de delikanlının sosyal güvencesi olmaması nedeniyle hastamızı almıyordu. Çevre iller bile araştırılmıştı.

Açıkçası anne babası gibi sistem de delikanlının başladığı işi bitirmesini istiyormuşçasına pasif bir tutum gösteriyordu. Veya ben öyle hissediyordum. Dedesi dışında kimse ölüme terk edilmiş bu delikanlı için üzülmüyordu. Öylece elimizin altından kayıp gidiyordu.

Çaresizce telefon ile bir yerlere ulaşmaya çalışırken hastane koridorunda duvara asılı “organ bağışı hayat kurtarır” ilanı gözüme çarptı.

“Evet ya, organ bağışı, neden olmasın? ” diye geçirdim içimden.

Birlikte Bridge oynadığımız eski bir dostumu, meslektaşımı hatırladım. Bridge oyununu poker gibi oynayıp ortağı ile birlikte herkesi yanılttığım için bana çok kızardı. Ama burada kurallar kazanmamıza izin vermiyordu.

Oyunun kurallarını azıcık zorlamakla bir fayda sağlanabilirdi.

Kaderine terk edilmiş herkesin ölmesini beklediği o değersiz delikanlı “birileri” için tekrar önemli hale gelebilirdi.

Nöbetçi anestezi uzmanı ve acil servis sorumlu hekimini çağırıp delikanlıya bir şans verebilmek için birlikte küçük bir hile yapacağımızı söyledim. Hastamızın durumunu bildirir sağlık raporu hazırlamalarını ve olabildiğince abartmalarını istedim.

Anestezi uzmanı çekinse de yapılmak isteneni anlayınca itiraz etmedi. Koma durumunu gösteren Glasgow skorunu düşük tutmalarını özellikle istedim. Acil hekimi ve anestezi uzmanı meslektaşım ile birlikte abartılı sağlık durum belgesini imzaladık.

Odama dönüp hastane santralinden Sağlık Bakanlığı organ bağış merkezini bağlamasını rica ettim.

Organ bağış merkezi yetkilisine kendimi tanıtıp bir ihbarda bulunmak istediğimi bildirdim. Hastane acil servisinde sedye üzerinde beyin ölümü gerçekleşmek üzere olan organ nakli için uygun komada bir hastam olduğunu, hastamı hayatta tutabilecek yoğun bakım yatağı bulunmadığı için birkaç saat içinde kaybedileceğini ihbar ettim. Organ bağış merkezi yetkilisine sağlık durum belgesini faksladım. Merkez yetkilisi yoğun bakım yatağı konusunda yapabileceği bir şey olmadığını söyleyince “ben size ihbarda bulundum ve bu ihbarı tutanak altına alıyorum” bundan sonra olacaklardan siz sorumlusunuz diyerek telefonu kapattım.

Daha sonra sağlık bakanlığı ihbar hattını arayarak yine kendimi tanıttım. Organ bağış merkezi birimiyle olan görüşmemi ve aldığım yanıtı paylaştım. Bakanlığın organ bağışı konusuna bu kadar önem verip duyarlık gösterirken bulunan uygun donör ile ilgili bu türden bir olumsuz durumun basına yansıması halinde tüm çabaların boşa gidebileceğini vurguladım.

Sağlık bakanlığı yetkilisi hastanın organlarını bağışlamış olup olmadığını sordu. Hastanın kimsesiz ve sosyal güvencesiz olduğunu bu konuda bilgi sahibi olmadığımı ancak yoğun bakım yatağı bulunup yaşatılabilirse bu soruya açıklık kazandıracağımı, bu görüşmenin de tutanak altına alındığını bildirdim.

Kederli dedenin yanına gidip elini tuttum. Bir şeyler yapmaya çalıştığımı bundan sonra ona ne sorulursa sorulsun “bilmiyorum” demesi gerektiğini söyledim. Bir şey anlamadı ama yine ellerimi tutup “yaparım doktor bey oğlum, ben zaten ne bilirim ki?” dedi.

Yanından ayrılmadım. Zaman geçiyor her hangi bir haber gelmiyordu. Dede ise elindeki tespihe sarılmış dua okuyordu. Rengi solmuştu. Adamcağıza kötü bir şey olacak diye korkmaya başlamıştım. Biraz olsun kafasını dağıtmak için konuşturmaya çalıştım.

- Demek torunun kendi canına kıysaydı cehenneme gidecekti, öyle mi?

- Öyle derler oğul. Verilen canı almak en büyük günahtır, cehennemlik suçtur.

- Öyleyse torunun hayattayken “fişini çekin, ona bu cehennemi yaşatmayın” derken kast ettiğin cehennem hangi cehennem oluyor?

Bu soru üzerine bir süre durup yutkundu. Cebinden çıkardığı mendiliyle alnını silip ağzının kenarlarını kuruladı.

- Aklımız yettiğince inancımız gereği cehennemin ne olduğunu biliriz. Oraya gidenin yanıp kavrulacağını, kıyamete dek acılar içinde kalacağına inanırız. Bir de “Araf” diye bir yerin varlığına, sorgu meleklerinin cennet veya cehennemin kapılarından birini açmadan önce orada beklemek gerektiğine inanırız.

- Tamam işte? Neden Araf değil de cehennem diyorsun?

- Anlamadın mı? Cehennem Araf ile başlıyor. Araf dediğimiz yer de bir tür cehennem. Öylece bekliyorsun. Ne olacağını, ne zaman olacağını daha ne kadar bekleyeceğini bilemeden bekliyorsun. Meleklerin kapılardan birini açmasını gözlüyor ve bekliyorsun. Kapının önünde ne olacağını bilemeden beklemek var ya? İşte gerçek cehennem, o. Torunumun canından bezdiği yetmedi, kimse onu istemiyor, neredeyse sizler de nasıl olsa yaşamaz diye düşünüyorsunuz. Anası babası ölünce cehenneme gidecek diye utanç içindeler. Ama o yaşıyor. Hem bana hem kendine cehennemi yaşatıyor. Torunum bunu hak etmedi, o daha çocuk.

Başını omzuma yasladı. Tutamadığı gözyaşlarını mendiliyle kurulamaya çalışıyordu. Yanından ayrılmadım. Az sonra ardı ardına gelen telefonlar ile organ nakli merkezinin harekete geçtiğini ve hasta yakını ile görüşmek istediği haberi geldi. Dede rolünü başarıyla oynayıp sorulan tüm sorulara ısrarla “bilmiyorum” yanıtını verdi. Bir saat içinde nasıl olmuşsa şehrin bir ucundaki başarılı organ nakilleri ile bilinen hastanede yoğun bakım yatağı bulunmuştu. Hastamız dedesi refakatinde ambulans ile nakledildi.”

Heyecanla araya girip “peki ya sonra ne oldu?” diye sordum. Bizimki fincanı çalkalayarak kahvesinin son yudumunu aldı. Fincanı ve tabağı masaya bırakırken cebinden tespihi çıkardı, arkasına yaslandı. “Sonrası” diye devam etti;

“Sonrası sıradan bir Pazar nöbeti şeklinde geçti. Ertesi gün nöbet iznine çıkıp sessizce sonucu izledim. Telefonumu da kapalı tuttum. Resmi olarak organ bağışı yapılmamış olması organ nakli ile ilgili tüm süreçleri durdurmuş ancak hastamız yoğun bakım hizmetine kavuşmuştu. Uzaktan takip edebildiğim kadarıyla hastamızın hemen ameliyata alındığını, sonrasında haftalarca yoğun bakımda kalıp uzun bir rehabilitasyon sürecinden sonra hafif bir beyin hasarı ile taburcu olduğunu öğrendim.

Bakanlık yetkililerinin ısrarı ile devreye giren organ nakli merkezinin hastamızın organ bağışı yapmamış olduğu ortaya çıkınca uğradığı hayal kırıklığını kulaklarımın hayli çınlamasından anladım. O Pazar günü yanlış alarm verdirip organ nakli bekleyenlerin umutlarıyla oynamış, nakli gerçekleştirecek ekibi de işinden gücünden etmiştim.

Yine de kendimi kötü hissetmiyordum.”

“Peki ya bu tespih? Bunu o dede mi size bıraktı?” diye üsteleyince kafasını kaldırmadan elindeki tespihe bakarak anlatmaya devam etti;

“O nöbet sabahı ellerime sarılan dedeyi bir daha görmedim.

Aradan yıllar geçti. Aynı ilde ancak farklı bir hastanede, bulunduğumuz binada çalışmaya başlamıştım.  Kapımda gençten bir karı koca belirdi. Yanlarında 3 yaşlarında afacan bir de erkek çocuğu vardı. Delikanlı kendini tanıtmasa o gün biraz da şans eseri yaşama tutunan delikanlı olduğunu anlamam mümkün değildi. Dilinde hafif bir pelteklik dışında sağlıklı görünüyordu. Eşi ve oğluyla ziyaretime gelmişti. Beni nasıl bulduklarını sordum. Cebinden üzerinde ismim yazılı yıpranmış bir kâğıt parçası ve bu tespihi çıkarıp masama bıraktı. “Dedem bir süre önce rahmetli oldu. Sizi bulup bu tespihi size ulaştırmamı ve elinizi öpmemi vasiyet etmişti.” Diyerek elime uzandı. Kabul etmedim. Yanlarındaki afacan delikanlıyı işaret ettim. Ufaklık biraz da çekinerek elimi öpmek için yanıma gelirken çocuk ile adaş olduğumuzu fark ettiğimde gözlerim doldu, daha fazla konuşamadım. Geldikleri gibi sessizce gittiler.

İşte bu tespih, o tespih”

57c12af6-e190-4a0b-b488-f5c171edad12

Bir süre sessizce hocamızın elindeki tespihe baktık. “Şimdi sizi çok daha iyi anlıyorum hocam. Ben olsam ben de kimseye veremezdim” dedim. Gülümsedi. Tespihi duvardaki bir çiviye astığını, bilinen işlevi için pek kullanmasa da bitkin ve bezgin hissettiği zamanlarda çok iyi arkadaş olduğunu vurguladı.

Tespihi tekrar cebine atıp ceketinin iç cebinden çıkardığı emektar dolmakalemini “bununla idare et, yardımın için teşekkürler” diyerek bana uzattı.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu öykü Acil Tıp Uzmanları Derneğince Düzenlenen “Acilin Öyküsü 2019″ yarışmasında birincilik ödülü kazanmıştır.

Leave a Reply