Azmakbaşı

20140719_101612

“Komutanım, beni hatırladın mı? Ben Şeref, 71/1 Şeref” diye seslenerek karşıma çıktı.

Sıcağın kavurduğu bir günün akşamına doğru Bodrum barlar sokağına açılan dar sokaklardan birinde karşılaşmıştık. İlk şaşkınlığı atlatınca yıllar önce Trakya’da askerliğim sırasında tanıştığım Cizreli “delikanlıyla” sarılıp kucaklaştık.

Aradan geçen onca yıl yaşlandırmış olsa da birbirimize hiç değişmemişsin yalanını söylemeyi seçip gülüştük. O yıllarda Askeri hastanede Tabip Asteğmen olarak görev yapıyor orduevinde kalıyordum. Şeref ise orduevinde er olarak askerliğini yapıyor garsonluk ve temizlik işlerine bakıyor akşamları da orduevi gazinosunda canlı müzik yapıyordu. İkimiz de askerlik yapmaktan memnun değildik, dertleşir dururduk. Beyaz önlük yerine asker üniforması ve üzerinde silah taşıyarak hekimlik yapmanın çelişkisi yetmezmiş gibi garnizon sınırlarını terk edememenin verdiği yarı açık cezaevi hissinden dem vurduğumda bana kızardı. Onun derdi daha büyüktü. Cizreli ve Kürt olduğu için ne yaparsa yapsın ona güvenmediklerinden yakınırdı.

Ülkenin kaygı ve üzüntü dolu yıllarıydı.  90′lı yılların başında Güneydoğuda ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyordu. O yıllarda kimse Güneydoğuya gitmek istemiyor zorunlu hizmet nedeniyle giden meslektaşlarım kurtulabilmek için askerliğe yazılmaya bile razı oluyordu. Kullanımı yasak sözcüklerin başında “Kürt” sözcüğü geliyor devlet idaresi zorda kaldığı durumlarda “yerel halk” veya Peşmerge sözcüğünü tercih ediyordu. Kürt kökenliler ise askerlik dağıtımlarında özellikle Doğu ve Güneydoğudan uzak tutuluyor bir anlamda potansiyel hain muamelesi yapılıyordu. Dahası ellerine silah vermemek için cephe gerisi görevlerde çalıştırılıyorlardı. Şeref ise tüm bunlara şaşırdığını ifade edip kendine neden güvenilmediğini anlayamıyordu. Kimseyle bir dalaşı, sürtüşmesi de olmamıştı. Bir araya geldiğimizde kısa süreli de olsa dertleşirdik. Onun derdi büyüktü.

Tanışıklığımız uzun sürememişti. O sıralar genelkurmay karargahında emir erlerinden biri ile ilgili zehirli kahve söylentisi çıkınca Kürt kökenlileri hizmet birimlerinden de çekme kararı alınmış Şeref ile birlikte güneydoğu kökenli kim varsa orduevinden tabura gönderilmişti.

Yıllar sonra rastlantıyla da olsa Şeref ile tekrar karşılaşmıştık.

Bodrum’da Azmakbaşı denen bölgede bir bar ve pansiyon işletiyorlardı. Kahve ikramını kıramayıp ailecek barlarının yolunu tuttuk. İçeride müşteri olmasa da gece için hazırlıklar sürüyordu. Duvar kenarında taburede sırtını duvara vermiş oturan hayli yaşlı dedesine bizleri tanıttı. İhtiyar kafasını kaldırıp bir süre bana ve aileme baktı aralarında Kürtçe bir şeyler konuştular.  Sonra eliyle buyur etti. Masanın başına geçip sandalyelere oturduk. O ise taburesinde oturmayı sürdürdü.

azb3

Şeref kahve yapmak için ayrılınca dedesi tarafından kısa süreli sorguya çekildik. Nereliyiz, ne iş yaparız, nerede yaşarız gibi soruları sorunsuz atlatmış olacağız ki tablasından çıkarıp sardığı sigarayı uzattı. Kullanmadığımı söyleyince önce inanmamış gibi sert bir bakış attı sonra yakıp derin bir nefes alıp dumanını havaya savurdu. Kısa süre sonra elinde kahvelerle Şeref de yanımıza geldi.

Oturup bir süre lafladık.

Askerlikten sonra Cizre’ye dönememiş. Yaşadığı köyler boşaltılıp şehre inmeye zorlanınca göç edip batıya gelmişlerdi. Bir akrabaları sayesinde Bodrum’a yerleşip inşaatlarda ırgatlık yapıp geçinmeye çalışmışlar. O yıllarda canlı müzik ve garsonluk yapmayı sürdürüp buraya tutunmuşlar. Zamanla köyde kalan ne varsa satıp savıp bu eski binayı almışlar. Onca nüfus üst katta barınıp altta lokanta işletip tutunmuşlar. Anlattığına göre işleri iyiymiş Cizre’ye geri dönmeyi de düşünmüyorlarmış.

Az önce dedesi ile aralarında ne konuştuklarını sordum biraz mahcup dedesine baktı. Dedesi bize dönüp “torunuma günebakanlardan olup olmadığınızı sordum” dedi. Anlayamadığımı söyleyince sigarasını tellendirerek konuşmaya başladı.

- Biz buralara kendi isteğimizle gelmedik. Köyümüzü boşaltıp yıktılar. Hayvanlarımız telef oldu. Can derdiyle yola koyulduk. Günebakan bitkisini ilk kez buralarda gördüm. Biz bilmezdik. Baktık ki tarlalar boyunca bütün çiçekler güneşe bakar başka bir şey görmez şaşırdık kaldık. Sonra baktık buraların insanı da böyle hep güneşe bakmaktan çevresinde olanı biteni acı çeken insanları görmekten uzak öylece mutlu mesut yaşıyor. O yüzden torunuma günebakanlardan olup olmadığınızı sordum.

- O ne cevap verdi?

- Günebakanlardan olmadığınızı söyledi. Bu kez ceviz mi? incir mi? Diye sordum. Az ceviz çokça incir olduğunuzu söyledi.

Bakışlarımı Şeref’e doğrultup açıklama istedim. “Siz dedeme bakmayın, çok acı çekti, ihtiyarladı. Kimseye de güvenmiyor.” Diye durumu toparlamaya çalışınca ihtiyar öfkelendi.

- Sen kime ihtiyar diyorsun? Yaşım ilerlemiş olabilir ama sapasağlam ayaktayım. Bu devlet çocuklarımı heder etti. Kimse dönüp yüzümüze bakmadı. Burada herkes eğlenirken acıma katlanıp ses etmeden sizleri büyüttüm. İnsanları burada tanıdım. Kimin neye benzediğini iyi bilirim.

- İyi o zaman nedir bu incir ceviz meselesi? Bizi de ilgilendirdiğine göre anlat hele, senden dinleyelim.

- Cizre kırsalında ağacımız azdır. Bildiğim birkaç büyük ceviz ağacı vardı. Bizler cevize benzetiriz kendimizi. Bizim gencimiz yaş ceviz gibidir. Kimse yüzüne bakmaz. Acıdır, değersizdir. İstenen olgunluğa geldiğinde ise koca bir gençlik gitmiş kabuğun sertleşmiş için de boşalıp hafiflemiştir. Kabuğunu kırar içinde kalan ne varsa alır bir kenara atarlar. Dedim ya kendimizi cevize benzetiriz. Gencimizi kimse istemez kuruyup güçten düşmemiz içimiz boşalsın istenir. Öyle olunca makbul oluruz bizler.

- Peki ya incir?

- İncir ağacını da burada gördük, tanıdık. Buranın adamı ceviz gibi değil. İncire benziyor. O da başlangıçta yeşil ama hem yeşili hem de kurusu makbul. Üstelik ceviz gibi eziyet görmeden öylece buruşup ihtiyarlıyor. Buraların insanı incir gibi, her haliyle değerli her haliyle makbul…

- Günebakanlar ne oluyor öyleyse?

- Onlar da bu toprağın insanı ama incir kadar bile dik duramıyor gözünü güneşten ayırmadan hiçbir şey görmeden yaşadığını sanıp geçip gidiveriyorlar. Üstelik çok kalabalıklar. Her yerdeler. Kendileri ve gücüne güvendikleri güneş dışında başka bir hayat olabileceğine inanmıyorlar. Başlangıçta nasıl bu kadar sağır ve vicdansız olabildiklerine şaşardım. Bunca Suriyeli göçmen gözümüzün önünde telef oldu yıllar önce bizim başımıza gelenleri seyrettikleri gibi kıllarını bile kıpırdatmadan öylece durdular.

İhtiyarın bu sözleri söylerken giderek öfkelendiğini, hırslandığını hissediyordum.

Bu arada Şeref sözü alıp babası ve amcalarının 90 lı yıllarda kaybolduğunu, bir daha haber alınamadığını, askerden döndükten sonra orduya hizmet ettiği için köyde de duramadığını, ne yapsa kimseye yaranamadığını canlarını zor kurtardıklarını anlattı. Evlenip çoluk çocuk sahibi olunca suya sabuna karışmadan evini geçindirme telaşıyla gün geçirdiğini yine de Kürt olduğu için her fırsatta ayrımcılık gördüğünden yakındı. “Çocuklarım burada doğdu. Onlar benim gibi doğduğu yer yüzünden utansın istemiyorum. Onlar bizlerin ne yaşadığını hiç bilmiyor. Yanlarında konuşmamaya dikkat ediyoruz” dedi.

Kahvelerimizi içip izin istedik. Ancak Şeref’in dedesi izin vermedi.

- Burası Azmakbaşı. Suların birleştiği yerdesiniz. Oturun hele. Daha anlatacaklarım bitmedi.

-Eşim araya girip bulunduğumuz yere neden Azmakbaşı dendiğini, bu ismin nereden geldiğini sordu. Dumanından rahatsız olduğumuzu anlayıp bitirmeden sigirasını söndürdü. Sonra o delip geçici bakışlarıyla eşime ve bana baktı.

- Küçük dereler burada birleşip alttan gidiyor ve az ilerde denize dökülüyor. Sanırım o nedenle bu adı almış. Burası dereler gibi insanların da karışıp kaynaştığı bir yer. Başlangıçta hiç anlam verememiştim. Barlar sokağına her türden insan geliyordu. Ne oluyor, nasıl oluyorsa, burada bir araya gelip başkalarına karışabiliyor, ayrılırken biraz da olsa farklı bir şey olup gidiyorlardı. Çoğu farkında bile değildi. Anlayana elbet…

- Nasıl oluyor bu?

Elini torununun omuzuna koydu.

- Şeref iyi bilir. Geldiğimiz yerde de bir azmakbaşı vardı. Suyu yönlendirip kaçırmasınlar diye az subaşı beklemedik. Azmakbaşı farklı yerlerden gelen suların karışıp hemhal olduğu bir yerdir. Dağ başından, yamaçtan veya düzden ovadan akan sular orada birleşir. Gelen sular birbirine hiç benzemezdi. Düzden gelen suyun acelesi yoktur, yavaş akar ılık ve bulanıktır. Dağdan gelen su ise hem çok soğuktur hem de acelesi olanlar gibi coşkun akar. Dağdan gelen suyun sürükleyecek toprağı da yoktur, berraktır. Yamaçtan gelen su ise mevsimine göre değişkenlik gösterir. Sular da insana benzer. Huyu suyu kuşu ağacı böceği bitkisi hep farklıdır. Azmakbaşında birleşirler. Sonrası hep bir akar. Sanırsın hepsi aynı sudur.

- O zaman burası da…

- Evet burası da bizim köydeki azmakbaşı gibi her türden insanın gelip kaynaştığı, hem hal olup değişerek devam ettiği bir yer. O yüzden burayı sevdik ayrılamadık. Burada suların birleştiği yerde hissediyorum kendimi. Düzden gelen, yamaçtan akan, dağdan çağlayan hatta burada doğup kaynaktan katılan ne varsa bir araya gelip karışıyor.  İnsanları da öyle. Öyle bir karışıyorlar ki kim olduğunun önemi kalmıyor. İyi de oluyor.

azb1

Kahvenin üstüne ikram edilen çaylarımızı da içtikten sonra izin istedik. Dede bu kez ayağa kalkıp hepimizin elini sıktı. Yol açıklığı diledi. Şeref kapıya kadar eşlik ederken bana alışkanlıkla komutanım diye hitap edince kızım ve eşim gülmeye başladı. Hep birlikte halimize güldük.

Şerefle el sıkışırken “komutanım beni unutmamışsın” dedi. Bir kez daha sarıldık.

Sokak hafiften hareketlenmeye başlamış gibiydi. Ayrılıp bir kaç adım attıktan sonra köşede geri dönüp hep birlikte Şeref’e bir kez daha el salladık. Kapının iki yanına o daracık kaldırıma dikilmiş incir ve ceviz ağaçlarını o zaman fark ettim.

Şeref gülümsüyordu…

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu anlatı Türk dilinin büyük ozanı Yaşar Kemal’in aziz anısına saygıyla ithaf olunmuştur.

One Response to “Azmakbaşı”

  1. yine mükemmel bir hikaye olmuş

Leave a Reply