Aynanın Sırrı

cundaEge’nin şirin ilçelerinden Ayvalık kış aylarının tenha günlerini yaşıyordu.


Her ne kadar o kış ılık geçiyor olsa da sert esen poyraz soğuğun içimize işlemesine yetiyordu. Rüzgarın kabarttığı denize açılamayan Cunda’nın balıkçıları kıyıda ağlarının temizliği ve tamiriyle uğraşıyordu.


Martılar ve kediler ise temizlenen ağlardan çıkan balık artıkları peşindeydi. Az ilerde koca kafalı siyah kedi kurumuş balık parçasını martılara kaptırmamak için sırtını kabartmıştı.


Rıhtımın kenarında iri bir ahtapotu döverek yumuşatmaya çalışan ak saçlı balıkçının çevresini kediler sarmış, betona vurulan ahtapottan kopan küçük parçaları kapışma telaşındaydılar. Onca eziyete karşın ahtapot canlılığını yitirmemiş her fırsatta betona tutunmaya çalışıyor, ancak zaman geçtikçe hareketliliği azalıyordu. Balıkçı ise havanın ayazına aldırmadan üzerinde uzun kollu oduncu gömleği, güneş yanığı kurumuş teni ile ahtapotun işini bitirmeye çabalıyordu.


kahveeRüzgarın şiddetlenmesi ile üşüdüğümü hissedip rıhtıma cepheli taş kahveye yöneldim.


Kahvehane yüksek tavanlı, Malta taşı zeminli, yüksek pencerelerinde renkli camları olan yığma taştan yapılmış eski Rum binalarındandı.


Duvarlarda asılı kalın ahşap çerçeveli eski aynalar batmaya yüz tutan güneşi yansıtıp ortalığı aydınlatıyordu. Ortalık fazla kalabalık değildi.


Köşede iki balıkçı ağlarını yere bırakmış tavla oynuyor, güneşi gören tahta sandalyelerden birinde ise kahvehaneyi sahiplenmiş görünen sarılı beyazlı kedi miskin miskin uyuyordu. Ortada gürül gürül yanan odun sobasının yakınına sandalye çekip oturdum.


Biraz sonra elinde ahtapotu ile balıkçı göründü.

Kahvehanedekiler ahtapotu gösterip “akşamın nevalesini doğrultmuşsun, iyisin hadi” diyerek takıldılar. Pek yüz vermeden o da sobanın yakınına oturdu. Ahtapot mücadeleyi bırakmış gibi görünüyordu. Ahtapotu göstererek “İyice yumuşattınız sanırım” dedim.


“Yumuşadı elbet. Ama hayli uğraştırdı, kolay olmadı. Can dediğin hiç de kolay çıkmıyor bedenden. Onca dövülmeye rağmen can tatlı, bırakıp gitmiyor bedeni” diye cevap verdi.


tskhveŞapkasını sandalyenin kenarına astı, elini saçlarında gezdirip alnına götürdü. Yorgun görünüyordu. Eliyle televizyonu işaret edip kahveciden sesini kısmasını veya kapatmasını istedi.


Evlilik ve geçim sıkıntısı ile sorunların ateşli tartışıldığı kadın programlarından biri gösteriliyordu. Televizyonun sesi kısıldıktan sonra bana dönüp “Sen asıl televizyondaki şu canından bezmişlere bak. Nedense hep intihar etmeyi düşünenleri, çaresizleri çıkarıyorlar bu saatte programa, ağlaşıp duruyorlar. Şu ahtapotun çektiğini bilseler, nasıl direndiğini görseler utanırlar elbet ama nafile” dedi.


“Belki de milletin kendini hatırlayabilmesi için ağlayıp hüzünlenmeye gereksinimi vardır” diye üsteledim.


Hadi git işine dercesine eliyle bir işaret yaptı. Fotoğraf makinemi gösterip nereden geldiğimi ne aradığımı sordu. Sobanın sıcaklığı ile yeterince ısınmıştık. Biraz uzaklaşıp yeni gelenlere yer açıp kenardaki masaya geçtik. Kahveciden adaçayı istedim. Balıkçı ise “her zamankinden” dedi.

Masamıza adaçayı ile birlikte yine çay bardağında badem kokan bulanık görünüşlü sıcak bir içecek geldi. Sorunca somata denildiğini söylediler.


Bir süre konuşmadan sessizce ufka doğru alçalan güneşi izledik.

Güneş alçaldıkça kahvehanenin renkli camlarından süzülen ışıklar aynalarda yansıyor renk cümbüşü yaratıyordu.

Fotoğraf çekmeye çalıştığımı gören balıkçı “Çek beyim, her akşamüstü gün batımında öyle renklenir ki bizim taş kahve, bambaşka bir dünya olur buraları” dedi.


Sonra yaz aylarında Cunda’nın çok kalabalık olduğunu, kışın sakin günlerini aradığını, yazları pek ortalığa çıkmadığını anlattı. Dönüp kendisinin fotoğrafını çekmek istedim eliyle objektifi kapatıp istemediğini söyledi.


Duvarda asılı aynayı gösterip “Aynadaki görüntümü çekebilirsin, ne de olsa oradaki ben değilim” dedi.

Sesimi çıkarmadan aynadaki görüntüden balıkçının bir iki fotoğrafını çektim.


Bu arada kahvehanenin kedisi sandalyesinden inip az ötede tavla oynayan balıkçıların yığılı duran ağlarına tırmanıp rahat bir yer bulmuş olmanın verdiği güvenle tekrar uyumaya koyuldu.

Fotoğraf makinemi masaya bırakıp balıkçıya döndüm.


- Aynadaki olmadığınızı söylüyorsunuz ama ayna görüntünüz de size hayli benziyor.


- Benzer benzemesine de arada cam var. Oradaki görüntüm aynanın sırrında kalıyor. Çektiğin görüntüde cam olmadı mı ben de yokum. Halbuki

ben buradayım. Arada fark var.


Şaşırmıştım. Fotoğraf makineme ve balıkçıya baktım bir süre.


- İyi ama fotoğraf dediğiniz de öyle değil mi? Sonuçta onlar da kağıdın üzerine düşen görüntülerden oluşmuyor mu?


- Eskilerde küçük seyyar bir makinem vardı. Adliyenin önünde şipşakçılık yapar vesikalık fotoğraf çekerdim. Ekmek parası işte. Bilirim biraz fotoğraf işini. Fotoğrafta görüntüyü yakalayıp hapsediyor, donduruyorsun. Fotoğrafımı çekip buralardan gitmeni, benim bir parçamı da yanında götürmeni istemedim.


- Peki ya ayna?


- Sırlı olan aynanın önü değil ki. Camın arkası sırlı. Arada cam var. Anlamıyor musun?


- Yani?


- Aynadaki ben değilim. Oradaki görüntüyü tutan cam değil mi? Cam yoksa can da yok, sır da yok. Sen beni değil camın fotoğrafını çekip götürüyorsun yanında.


Kahveci boşları alıp ağların üzerine yayılmış kediyi kovaladı.

Güneş iyice alçalmış yandaki evlerin camlarından yansıyordu. Sahilde giderek artan rüzgar martılar için işi iyice zorlaştırmış, durumdan yararlanan kedilere ziyafet çıkmıştı.


Balıkçı somatasının son yudumunu alıp ayağa kalktı elindeki ahtapotu gösterip “Zor yumuşattım bunu, soğuğu rüzgarı yemeden pişirmek gerek” diyerek şapkasını taktı. Başıyla kahvedekilere selam verdi.


Çıkmadan kapının yanındaki aynaya göz ucuyla bakıp kasketini düzeltti.

Güneşin batması ile taş kahvenin renk cümbüşü sona ermişti. Kahvecinin sobaya attığı odunlar çıtırtı ile harlamış olsa da duvar dibinin serinliği giderek daha çok hissediliyordu.

Sarı kedi sobanın yanındaki sandalyede yerini almış yalanmaya başlamıştı. Dışarıda hızını arttıran poyraz, ufukta beliren bulutlar ile akşamın karanlığı o gün Cunda’ya hızlı iniyor gibiydi.

Hesabı ödeyip ayağa kalktım. Sarı kediyi okşadım. Umursamadı.

Kapıya gelince balıkçı ile konuştuklarımızı hatırlayıp durdum.

Duvardaki antika aynayı kullanarak kahvehanenin son bir fotoğrafını çektim.

Bu kez fotonun bir kenarında ben de olayım istedim.


Mehmet Uhri

5 Responses to “Aynanın Sırrı”

  1. Ali Lemel diyor ki:

    Güzel bir blog olmuş, tasarım, içerik gerçekten çok güzel.

  2. Nilay Karaman diyor ki:

    çok hoş olmuş sagolun :)

  3. Mehmet Erkan Zengin diyor ki:

    Yine guzel bir yazi.
    Keyifle okudum.
    Gerceklik ve algi uzerine dusundurdu beni.
    Tesekkurler

  4. Ahmet Çağıldak diyor ki:

    Güzel. Ama ilk kez fotoğrafları öykünden çok beğendim.

  5. Mustafa Sülkü diyor ki:

    Arada bir eline sağlık dediğime bakma, okuduğum tüm öyküler için birikmiş bir eline sağlık,”dil”ine sağlık. olarak al bu dileğimi.M.Sülkü

Leave a Reply