“Evet biraz deli ve hayli çirkin bir Yunanım. Sahibim de babadan kalma bu terzi dükkanıdır. Hep buradaydım. Kimler geldi geçti, terk edip gidenler oldu. Ben gidemedim. Belki de şu koca kestane ağacının ruhu beni bırakmadı” dedi.
Elindeki işe geri döndü.
Bu ikinci karşılaşmamızdı.
En iyisi baştan anlatmak.
Sıcak bir yaz günü Midilli adasının yüksekçe bir dağ köyü olan Agiasos’un Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında gezinip yukarı meydanda mola vermiştik.
Meydanı kaplayan o ulu kestane ağacının gölgesi turist kafileleri ile doluydu.
İlişecek boş masa bulamayınca meydana açılan sokaklardan birindeki iki masadan birini gözüme kestirdim.
Sandalyesini yan çevirip sırtını duvara yaslamış bir eliyle yüzünü kapatıp uyur gibi duran o çirkin Yunan’dan izin isteyip masanın diğer ucundaki sandalyeye iliştim.
Açıkçası bir şey söylememiş itiraz da etmemişti.
Şöyle bir göz ucuyla süzüp kafasını çevirmesinden itiraz etmediği sonucunu çıkarıp ilişmiştim.
Yerimi sağlama almak için kahveciye biraz da gönülleri olsun diye yüksek sesle parmaklarım ile iki işareti yapıp “Cafe Greko” siparişi verdim.
Masanın diğer ucunda oturan çirkin Yunanın ise umurunda bile değildim.
Sigarasını yer gibi içip kendi kendine bir şeyler söyleniyordu.
Benimle ilgilenmedi.
Az sonra masaya iki kahve geldiğini ve birinin önüne bırakıldığını görünce kısa süren bir şaşkınlık yaşadı.
Sonra yüzünü ekşiterek elini uzatıp avcunu göstererek “Ne gerek vardı?” dercesine bana baktı.
Cevap vermeden kahvemi yudumladım.
Bir süre önünde duran su dolu bardak ve fincandaki kahveye baktı. Sonra bardaktaki suyu “şerefe” dercesine kaldırıp yarısını içti.
Akabinde kahvesinden ilk yudumunu aldı.
Sıcak yaz günleri geride kalmış olsa da güneşli ve sıcak Eylül günlerinden birini yaşıyorduk.
Meydandaki ulu kestane ağacının yaprakları hafiften sararmış tek tük dökülmeye başlamıştı.
Kirli sakallı, uzun yüzlü, asık suratlı Yunan kafasını kaldırıp bana baktı ve nereden geldiğimi sordu.
Doğu’yu işaret ettim. Sigaradan hayli sararmış dişlerini göstererek yüzünde çirkin bir gülüş belirdi.
Parmağını bana doğrultup “Turco” dedi.
Ne iş yaptığını sordum. Omuzlarını silkip meydanın karşı köşesindeki küçük terzi dükkanını işaret etti.
Gerçekten de içeride kimsenin olmadığı terzi dükkânı dikkatimi çekmiş merakla içeri kafamı uzatmış ancak girmeye cesaret edememiştim.
Kahveci boşalan fincanları alırken konuştuğum kişinin hafif kafadan oynak olduğunu işaret eden bir el hareketi yaptı.
Bizimki bu hareketi fark edince küfrü bastı.
Turist grupları uzaklaşıp ortalık sakinleşince belki de içtiği kahvenin hatırına kırık dökük bir Türkçe ile konuşmaya başladı.
- Doğrudur. Agiasos’un delisi derler bana. Varsın desinler. Onların akıllı olduğunu nerden belli. Bana bakıp kendilerini akıllı sanıyorlar. Bu da bir ihtiyaç…
- Neden deli diyorlar?
- Burada kalmak pek akıllı işi değil de ondan. Aile üyeleri ile birlikte gidebilecekken gitmediğim için, sanırım.
- Yalnız mı yaşıyorsun?
- Hem de nasıl…
- Pek aklı eksik birine benzemiyorsun. Elin iş de tutuyor. Ama şu görünüşün çocukları bile ürkütüyor. Neden böyle?
- Aklım eksik mi fazla mı nereden bileyim? Aklı ile sorunu olanlara deli diyorlar da konu hislere gelince kimse konuşmuyor. Aklımı bilemem ama beni burada tutan hislerin eksik olduğunu kimse iddia edemez.
Eliyle meydandaki kestane ağacını işaret etti.
Ağacın gövdesinde eski bir fotoğraf asılıydı. Altındaki açıklamada meydanda daha önce duran ve yaşlanıp kuruyan çınar ağacının yerine yıllar önce el birliği ile yakınlardaki irice kestane ağacının sökülüp getirildiği anlatılıyordu.
- Bak o fotoğraftakilerden biri de benim. Ağaç dikilirken oradaydım. Herkes gelip geçti ne o ulu çınar ne de bu kestane ağacı beni bırakmadı. Delikanlılık yıllarımdı. Terzinin yanına çırak olarak vermişlerdi. Her fırsatta kaçar, iyi top oynardım.
- Yine de herkes giderken gitmeyişini anlamıyorum.
- Bak şu kırmızı kapının eşiğinde duran kediyi görüyor musun? Sahibi öleli çok oldu. O da gitmez. Eşikte öylece bekler.
- Anlamadım.
- Yahu bazıları eşikte kalır. Ne ileri ne de geri gidebilir. O terzi dükkanında kalmaktan sıkılıyor olsam da buradan uzaklaşamıyorum. Bu halime bakıp deli diyorlar. Deliysem bütün kediler deli…
- Kediler ha…
- Kediler yaa… İsimleri olsa da olur olmasa da… Yalnız değillerdir. Ne bizim gibi ölümden korkarlar ne de yalnız olmaktan. Öylece haz içinde mırıldanarak uyurlar.
- Peki o zaman kendini akıllı sananlar? Onların sorunu ne oluyor?
- Bence, gerçek delilik içinden gelene değil de sana öğretilenlere, akıllı ol diyerek yutturulanlara teslim olmak. Anlayana…
Bu sözlerden sonra sustu. Tekrar bir sigara yakıp az önce kendisiyle ilgili el işareti yapan kahveciye öfkeli bir bakış attı.
Yola devam etmem gerektiğini söyleyip izin istedim. Cevap vermedi. Hesabı ödeyip yola koyuldum.
Ertesi yıl tekrar uğradığımda bizim çirkin yunanı aynı meydanda bu kez terzi dükkânının eşiğinde tabureye oturmuş ceket kumaşına tela işler halde buldum.
Daha da yaşlanmış görünüyordu.
Kafasını kaldırıp bana baktı.
Tanımamıştı.
“Köyün delisi, şu çirkin Yunan ile birlikte kahve içmeye uğradım” deyince hatırladı. Ayağa kalkıp “Turco” diyerek elimi sıktı.
Sonra tekrar elindeki işine döndü. Tüm bunları yaparken ağzındaki iplik geçilmiş iğneyi bırakmadı.
Başında durup beklediğimi görünce eliyle diğer tabureyi işaret etti.
Kafasını elindeki işten kaldırmadan “Evet, deli ve çirkin Yunanım. Bu terzi dükkanıdır, sahibim. Hep buradaydım. Kimler geldi geçti, terk edip gidenler oldu. Ben gidemedim. Şu koca kestane ağacının ruhu bırakmadı” dedi.
Uzaktan iki kahve sipariş edip kenarda duran diğer tabureye iliştim. Kahvelerin parasını peşin ödedim. İtiraz edecek oldu, “seneye” dedim.
Başını eğip elindeki iş ile ilgilenmeyi sürdürdü.
Bu kez pek konuşası yoktu. Sessizce kahvelerimizi yudumladık.
Meydan yine turist doluydu. Bizimki ise sanki hiç kimse yokmuşçasına orada öylece ceketin telasını tamamlamaya uğraşıyordu.
Daha fazla konuşuruz diye umutlanmıştım ancak olmadı.
Sonra…
Sonrası biraz hüzünlü.
Araya pandemi girdi. Herkes tesbih böceği gibi içine kapandı. Dünya ayaklarımızın altından çekiliverdi.
Kendimize geldiğimizde 3 yıl geçmişti.
Agiasos’ a uğrayıp meydana çıktığımda terzi dükkanının kepenkleri kapalıydı.
Meydan ise sakindi.
Kestane ağacı yine olanca görkemi ile duruyordu. Ancak gölgesinden nasiplenen olmayınca sanki o da boynunu bükmüş gibiydi.
Kahveciye dükkânı işaret edip terziyi sordum.
Yüzü asıldı. Eliyle uyku işareti yapıp “Morto” dedi.
İki kahve söyleyip bu kez kestane ağacının gövdesine yakın oturdum.
Sırtımı ağacın gövdesine yaslayıp kahvelerden birini yudumladım.
Diğer fincandaki kahveyi ise ağacın toprağına boşalttım.
Kırmızı kapılı evin eşiğinde bekleyen tekir kedi yanıma yaklaşıp ayağıma süründü. İlgi gösterdiğimi görünce sandalyelerden birine çıkıp bir süre kendini sevdirdi.
Sonra yanımdan ayrılıp eşikteki yerine yerleşip yayıldı.
Bir süre orada öylece kaldım.
Esen rüzgâr ile kestane ağacının yapraklarından biri süzülerek masama düştü.
Agiasos sonbahara hazırlanıyordu.
Mehmet Uhri
Çok duygulu. Çok beğenerek okudum. Teşekkürler Mehmet bey