Adalet Algısı Yitince


Adalet, insanda doğuştan var olan yetilerden değildir. Büyümeyle beraber aile ortamında ortaya çıkar, olgunlaşır ve insanın sosyokültürel yapısının temelinde yer alır. Adalet yetisi, özünde bir denge arayışıdır, terazi ile simgelenmesi de boşuna değildir.

Dünyaya geldiği ilk yılda insanoğlu anneye bağımlıdır. Önce güçsüzlük, eksiklik, yoksunluk, yok olma kaygısı ile birlikte annenin varlığında eksikliklerin giderilmesi, doygunluk kavramlarını tanırız. Yine annenin varlığı ile yok olma kaygılarını bilin dişına iteriz. Bu dönemde eksiklik yoksunluk yok olma kaygıları ve bu kaygıların giderilmesi ile doygunluk, güven, minnet, şükran hisleri ile donanır, insanoğlu. Ruhsal gelişimin birinci basamağıdır bu ilk yaş. Henüz adalet yoktur ortalarda. Bebek bencildir.

1-2 yaş döneminde az ve çok kavramlarını ve bu zeminde denge kavramını öğrenir, açlık tokluk gibi zıt algıların paralelinde dengeyi keşfederiz. Yürümenin bu dönemde başlaması ile denge algısı pekişir. Denge algısının oluştuğu bu yaşlarda adalet yetisinin tohumlarının yeşerdiğini görürüz. Çocuğun sosyalleşmesi için ortam hazırdır.

2-3 yaş döneminde ise çocuk annenin yanı sıra diğer insanları da dünyasına katmaya başlar. Aile ortamına ve sosyal çevresine açılır. Bu dönemde çocuk aile içinde sevgi ve nefret algısı yanı sıra marifet-kabahat, suç-ceza kavramlarını da tanır. Suç ve ceza algısı ile adalet ve bireysel hukuk algısının doğduğuna şahit oluruz. Adalet yetisi ve birey hukukunun temeli ailedir ve hayatın ilk 3 yılında şekillenir. Diğer bir anlatımla, adalet algısı, aile ortamında suç-ceza, başarı-ödüllendirme gibi olgular ile öğrenilen sosyokültürel bir üst denge arayışıdır. Bu anlamda sosyal ilişkilerin olmazsa olmaz bileşeni olan hukuk kavramını doğuran yaşatan ve koruyan ailedir.

Birey hukuku, bireyin varlığı ve haklarını koruma altına alan temel insan haklarıdır. Tüm diğer hukuk süreçlerinin başlangıç noktasıdır. Tüm toplumsal hukuk süreçleri kaynağını birey hukukundan ve bir anlamda aileden alır.

Toplumlar ise bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen kamusal hukuk kuralları oluşturup kurallara uyan bireylere sahip olmak ister. Toplum sözleşmesi denilen de bir anlamda birey hukuku ile kamu hukuku arasındaki bu dengedir.

Birey ve toplum arasında hukuksal dengenin bozulup özellikle toplumun kendine uygun birey yetiştirme eğiliminin daha baskın hale geldiği durumlarda adaletin terazisi dengede kalamaz. Günümüzün tüketim anlayışına uygun neoliberal toplum modeli de böyle bir dengesizliğe neden olmaktadır. Üretim yerine tüketim ile büyümeye yönelen, fabrikaların alışveriş merkezlerine dönüştüğü günümüzün küresel tüketim toplumunda bu modele uygun insan yetiştirilmesi dayatılmakta, tüketim alışkanlıkları üzerinden birey hukuku kamu hukuku önünde diz çökmek zorunda kalmaktadır. Öyle ki; toplumun yaşabilmesi için gereksinimi ve alım gücü olmayan bireylere bile tasarruf etmeleri yerine ?alın verin? biçiminde tüketimden vazgeçmemeleri çağrısı yapılabilmektedir.

Toplumun varlığını sürdürebilmesi için bireyi haklarından geri adım atmaya zorlayan günümüz neoliberal dünyasında adaletin terazisi birey aleyhine bozulmuş görünmektedir.

Peki, bu denge nasıl bozuldu?

Toplumun bireyi biçimlendirip yeniden üretmesi isteniyorsa en temel hukuk olan birey hukukunun içinin boşaltılması gerektiği açıktır. Birey hukukunun kaynağı ise adalet duygusudur. Adalet duygusu aile ortamında kazanıldığına göre hedef bellidir.

Eskiden herkesin emeğiyle katkı sunduğu ortak üretim modellerinden biri olarak bilinen aile giderek yok olmaktadır. Günümüz çağdaş ailesi diye sunulan çekirdek aile modeli ise tüketimin kaynağı olarak yeniden kurgulanmıştır. Aileler, kuruluşundan itibaren tüketimin objesi olmaktadır. Örnek gösterilen aile modelinde anne ve baba yoğun iş temposu ile çalışmakta, tüketimi çeşitlendirip daha çok tüketebilmek üzere çocuklar da tüketimin objesi olarak sunulmaktadır. Bu aile modelinde, çocukların 0-1 yaş arası eksiklik, yoksunluk ve kaygılarını doyurmak için anneye olan gereksinimi neredeyse 2 ay ile sınırlı tutulmakta ve annelerin çalışma ortamlarına geri dönerek çocuklarının doygunluk, minnet ve şükran hislerini tanımasına fırsat verilmemektedir. Böylelikle hayatlarında hep bir şeylerin eksikliği içinde kıvranan ve bu arayışın tüketime yönelmesiyle daha da tüketici olan bireylerin yetişmesinin önü açılmaktadır. 

1-2 yaş arası dönemde açlık tokluk gibi zıt kavramlar ile tanışarak denge kavramına ulaşması gereken çocuk için artık iş daha zordur. Eksiklik özellikle, annenin eksikliği ile yerleşen kaygı, hayat dengelerinin doygunluktan ziyade eksiklik üzerinde şekillenmesine yol açmakta, çocuklar iç dengelerindeki eksiklik hissiyle yoğrulmakta, terazinin kefeleri hiçbir zaman dengeye gelememektedir.

2-3 yaş döneminden sonra ise varlıklı ailelerin çocukları yuva gibi ortamlarda, fakir aile çocukları ise bulundukları sosyal çevrede sahipsiz biçimde sosyalleşmeye terk edilmektedir. Bu durum çocuğun genellikle sevgi ve nefret kavramlarını, suç ve ceza kavramlarını eksik ya da yanlış tanımasına yol açmaktadır. Yuva ortamında nefret olmasa da istenen doygun sevgi de bulunmayacaktır. İşlenen kabahatler ve suçlara yuva ortamında gereken ceza da verilemeyeceği için adalet beklentisi ne suç işlerse işlesin affedilme yönünde gelişecektir.

Daha eğitimsiz ve sosyoekonomik düzeyi daha düşük ortamlarda ?varoşlarda- yetişen çocuk ise nefreti sevgiye göre daha çabuk tanıyacak, yaptığı ve hatta yapmadığı pek çok eylem yüzünden cezalandırılabilecektir. Bu çocuklar nedeni olmayan bir cezaya çarptırıldıkları düşüncesiyle önce suçluluğu, kendini suçlu hissetmeyi öğrenecek, adalet beklentileri de bu yönde gelişecektir. 

Günümüzde, bir kısım varlıklı aile çocuğunun işledikleri en ağır suçlar için bile çocuksu affedilme beklentisini hayretle izlediğimiz gibi kendilerini toplum gözünde hep potansiyel suçlu hisseden ve cezalandırılma kaygısı taşıyan varoş gençliğinin topluma yaranabilmek için canlarını verebilecek kadar toplum fanatiği olabildiğini görebiliyoruz.

Günümüzün tüketim toplumu adalet kavramının içerdiği denge algısını unutturarak bireylerine sosyokültürel düzeylerine göre farklı adalet beklentileri sunmaktadır.

Ne tür hata yaparsa yapsın cezalandırılmayacağını ve hep ödüllendirileceğini düşünenler ile kendilerini doğuştan suçlu, ezik ve itilmiş olarak gören bireylerin oluşturduğu bir toplumun içinde yaşadığımızın aslında hepimiz farkındayız. Birinciler arasında yer almak için çoğumuzun atmayacağı takla da yok, biliyoruz.

Ancak çağdaş aile diye tüketimin objesi olarak parlatılan destek ve kabul gören yapılanma ile adalet yetimizi yitirdiğimizi, birey hukukunun güçsüzleştirilmekte olduğunu görmeliyiz. Güçsüzleşen ve içi boşalan birey hukukunun yerini kamu hukuku almaktadır. Kamu hukuku ise toplumu yönetmek ve yönlendirmek isteyenlerin elinde çoğu kez birey haklarını ezerek ya da dönüştürerek uygulanmakta, duruma itiraz edenler toplum düşmanlığı yapmakla tehdit edilerek sindirilmektedir. Günümüz toplumunda birey, varlığı günde bilmem kaç dolar ile tanımlanan gelirine endeksli, hakları sınırlı, adalet yetisi gelişmemiş tüketim objeleri olarak tanımlanmaktadır. 

Tüketimi arttırmak, büyümek uğruna adalet yetimizi, hukuk anlayışımızı yitirdik. Herkesin kendi hukukunun doğru olduğuna inandığı bir dünyaya doğru koşuyor veya güçlü olanın kendi hukukunu dayattığı bir dünyaya boyun eğmeği doğal karşılıyoruz.

Çünkü adalet yetisini yitirdi, insanoğlu.

One Response to “Adalet Algısı Yitince”

  1. Bülent diyor ki:

    Çekeriz emaneti,s.keriz adaleti..Ne adaleti ulan?

Leave a Reply