Acımadı ki…

acimadi

Hanımefendiyi hastane nöbeti sırasında tanımıştım. Sıkıcı sakin bir servis nöbetiydi.

Bölümde hastalar uyumuş koridora gecenin sessizliği çökmüştü. Yaşlıca hastamızı gecenin o vakti ayakta koltuğunun altına sıkıştırdığı kitabı ve elinde gözlüğü ile koridorda görünce sorun olup olmadığını sormak için yanına gittim. İlerlemiş yaşına rağmen ütülü ve şık sabahlığı, taranmış saçları ile gecenin o saati bile kendine özendiği fark ediliyordu. Utana sıkıla aynı odayı paylaştığı hastanın horlaması nedeniyle uyuyamadığını söyledi.

Servisin tüm yataklarının dolu olduğunu, serzenişinde haklı olsa da oda değişikliği yapamayacağımı söyleyince yüzünde aydınlık bir gülümseme belirdi.

- Yanlış anladınız. Odamdan ve oda arkadaşımdan memnunum. Odamı değiştirmek istemiyorum.

- O zaman nasıl yardımcı olabilirim?

Hanımefendi koltuğunun altındaki kitabı gösterip geceleri uykusuzluk çektiğini, kitap okuyacak sakin bir yer aradığını söyledi. Bölümümüze ait çoğunlukla mesleki kitap ve dergilerin yer aldığı küçük kütüphaneyi açtırabileceğimi söyleyince yüzü yine sevinçle aydınlandı. “Hem de kütüphane, çok mutlu ve minnettar olurum” diyerek karşılık verdi.

Açıkçası hanımefendinin bir süre kütüphanede oyalanıp uykusu gelince odasına gideceğini umuyordum.

Bölüm kütüphanesini açtırıp hanımefendiyi kitaplarla baş başa bıraktım. Sabaha karşı koridora çıktığımda kütüphanenin ışığının yanmakta olduğunu görüp kapatmak için girdiğimde hanımefendiyi masanın başında kitap okurken buldum.

- Bu saate kadar uyumadınız mı?

- Ne güzel kitaplığınız var. Hastaneye emek vermiş hocalarınız ayrılırken kitaplarını hep kütüphaneye bağışlamış.  İçlerindeki bilgiler eskise de bölümünüzün belleği ayakta kalmış.

- Hocalarımızın ayrılırken kitaplarını bölüme bağışlaması eski bir gelenektir. Ancak, tıbbi bilgiler hızlı değiştiği için çoktandır sözünü ettiğiniz kitaplara sizden başka elini süren olduğunu sanmıyorum. Bölümün belleğine katkısı konusunu da doğrusu hiç düşünmemiştim.

- Sakıncası yoksa bir süre daha kalmak istiyorum.

Hanımefendiyi kütüphanede bırakıp yanından ayrıldım. Yeni bir çalışma günü başlamak üzereydi. Az sonra bölüm mutfağından taze demlenmiş iki çay alıp tekrar kütüphaneye yöneldim. Hanımefendi beni görünce ayağa kalktı. Rahatsız olmamasını söyleyip karşısına oturdum. Çay için teşekkür etti. İlk yudumunu aldıktan sonra çay bardağını ışığa doğru kaldırıp “Ne güzeldir sabah çayı, insana yalnızlığını unutturur” dedi. “Nasıl yani?” diye sorunca diğer eliyle elindeki bardağı işaret ederek “Üzerinde bulunduğumuz topraklarda gün sabah çayı ile başlar. Çayı yudumlarken aynı demlikten pek çok insanla aynı tadı, sıcaklığı aldığını bilirsin. İyi gelir.” Dedi.

Okuduğu kitabı ters çevirip özenle masanın üzerine bıraktı. Gece boyu uyumamış biri için gayet dinç görünüyordu.

Sabah çaylarımızı yudumlarken hakkımda sorduğu soruları yanıtlayıp kendimi tanıttım. Sıra hastamıza gelince fazla nazlanmadan hızlıca hayat hikâyesini anlattı.  Ailenin tek çocuğu olduğunu, memuriyete öğretmenlik ile başlayıp kütüphanecilik ile devam ettiğini ve kütüphane memurluğundan emekli olduğunu anlattı. Kütüphaneci gözüyle servis kütüphanemizi fazlaca amatör bulduğunu söylemeyi de ihmal etmedi.

- Neden öğretmenlik değil de kütüphanecilik?

- Kütüphaneler, kitaplıklar iyi arkadaştır. Şu çay kadar olmasa da okumayı seven için yalnızlığa iyi gelen mekânlardır. Kendinden önce yaşamış hayatlarla buluşturur, sürprizlere açıktır. Hastane yalnızlığında kütüphane bulmak çölde vaha gibi geldi.

- Hastane yalnızlığı mı? Hastalığın yalnızlık hissi doğurduğunu bilirim ama hastane yalnızlığını hiç duymamıştım.

- Dediğiniz gibi hastaneler insanı hastalığı ile yüzleştiren ve yalnızlığını hatırlatan yerler olsa da benzer hastalıkları olan diğer hastaların varlığı o karamsar havayı dağıtır. Horlayan biriyle paylaşsam da bu yüzden hastane odamı değiştirmeyi veya odada yalnız olmayı istemem. Yani hastane yalnızlığı otel odalarının o iç burkan yalnızlığına benzemiyor.

- Otel odalarının yalnızlığı mı?

- Yalnız yolculuk yapanlar iyi bilir. En lüks otel odası bile bence insana yalnızlığını unutturmaya yetmez. Eşyalarını bırakıp bir an önce çıkmak ister ya insan. İşte öyle…

Sabah sohbeti ikimize de iyi gelmişti. İzin isteyip çayları tazelediğim o kısacık arada bile okumayı sürdürdüğünü fark ettim. “Engel oluyor muyum?” diye sordum. Gülümseyerek daha sonra okuyabileceğini, çay ve sohbetin iyi geldiğini söyledi.

Başlayan günün hareketliliği bölüme yansımış, hastalar uyanmıştı. Nöbet sonrası izin için ayrılmadan idarecimizle görüşüp uygun olduğu zamanlarda  hanımefendinin kütüphaneyi kullanması için izin çıkarılmasını sağlayınca gözündeki itibarım arttı. Hastamız, gün içinde odasında kalıyor akşama doğru kütüphaneye geçip kitaplarla baş başa zaman geçiriyordu.

acimadi-3

Birkaç gün sonra akşam üzeri bölümden ayrılırken hanımefendinin kütüphanede olduğunu görünce selam vermeden geçmek istemedim. Beni görünce yine gülümseyerek “Bir iki güne taburcu oluyormuşum. Az daha sabrederseniz kurtulacaksınız benden” dedi. Ben kem küm ederken servis hemşiresi elinde kahve fincanıyla belirince hanımefendinin bölümde ilişkileri hayli ilerletmiş olduğunu anladım. Hemşire hanım “bir kahve de size yapayım doktor bey” deyince hanımefendinin karşısına oturdum. O hoşsohbet kadına yine sorular sorup konuşturmaya çalıştım.

Anlattığına göre bir orta Anadolu kasabasında dünyaya gelmişti. Kasabanın mütevazı şartlarında sorunsuz bir çocukluk geçirdiğini ancak üniversite yıllarında biraz da rastlantı sonucu anne bildiği kişinin teyzesi olduğunu öğrenince yaşadığı şoktan söz etti. Anne bildiği teyzesinin gebeliklerinin düşük ile sonuçlanması,  canlı doğan bebeğinin de doğumdan kısa süre sonra ölmesi üzerine gerçek annesinin doğurduğu 4. bebeğini kız kardeşinin ölen çocuğunun nüfusuna kaydettirerek kardeşine teslim ettiğini yıllar sonra şaşkınlık ve kızgınlıkla öğrendiğini anlattı.

- Bu durum sizi niye rahatsız ediyor. Bence anneniz mantıklı bir çözüm üretip kardeşine yardımcı olmuş.

- Bir bakıma haklısınız. Doğup büyüdüğüm topraklarda çok yaygın bir gelenekmiş. Sonuçta ailenin dördüncü çocuğu olmak yerine başka bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelmişim.

- Belki böylesi daha iyi olmuştur.

- Sorun da burada. Üç kişilik suskun sakin bir ailede yetiştim.  Kalabalık ve eğlenceli görünen kuzenlerimin ailesi gibi bir ailem olmadığı için gerçek kardeşlerimi hep kıskandım. Biz biraz daha varlıklıydık onlar da bu yüzden kıyafetlerimi, oyuncaklarımı kıskandı hatta haset edip her fırsatta zarar verdiler. Kuzen bildiğim kardeşlerimle düşman gibi olduk, sevemedik birbirimizi. Yaş ilerleyince kıskançlık ve haset yerini imrenmeye bıraksa da hiç bir zaman kardeş gibi olamadık. Yıllar sonra gerçeği öğrenmemiz bile fayda etmedi. İki kız kardeşin dayanışması çocuklarını mutsuz ve huzursuz etmiş oldu. Yaşadıklarımdan ötürü serzenişim pek çoğu için abartılı gelebilir ancak anlatmak istediğim sorun daha derindeydi. Anlamam ve yüzleşmem hayli zaman aldı.

- Biraz daha açabilir misiniz?

- Tüm bir hayatın riya üzerine kurulmuş olması düşüncesine katlanamıyordum. Kıskançlığım, kardeşlerimin haseti ve şimdiye kalan imrenme duyguları hepsi yalan ve riya üzerinde oturuyordu. Duygularım gerçek olsa da aklım benimle dalga geçiyordu. Gerçekte hiç yaşamamış birinin kimliğine tıkılmış olduğum gerçeğini kabullenmek de cabası. Okuyup  öğretmenliğe başladığımda çalıştığım okullarda kütüphaneye kapanıp kendim gibi birilerinin olup olmadığını araştırıyordum. Yetmeyince il halk kütüphanelerinin yolunu tuttum.

- Bir şeyler bulabildiniz mi?

- Kendi durumumda pek çok insan olduğunu görüp içimi rahatlatabilmek için kitaplar arasında debelenip durdum. Halime acıyıp yardımcı olan kütüphane müdürü sayesinde kütüphaneciliği tanıdım. O müdür beyin teşviki ile tekrar üniversite sınavına girdim. Fark derslerini verip kütüphanecilik eğitimimi tamamladım. Sonrasında da Anadolu’da çeşitli kütüphanelerde görev yapıp emekli oldum. Kısa süreli başarısız bir evlilik dışında kitapların arasında kendi yalnızlığımla baş başa hayat kurdum. Bu da böyle bir ömür oldu.

- Çocuğunuz olsun istemediniz mi?

- Gençliğim güvendiği insanlar tarafından kandırılmış olmanın verdiği öfke ve kendine acımakla geçti. Bu nedenle çocuk sahibi olma düşüncesinden hep ürktüm. Yaş ilerleyince insanın kendini kandırması, alıştığı yalnızlığa gömülmesi sanırım daha kolay oluyor.

- Öğretmenliği sevmemiş miydiniz?

- Sevmez olur muyum? Matematik gibi soğuk bir dersi öğrencilerine sevdirmeyi başaran hevesli bir öğretmendim.

- Ama?

- Ama kütüphaneler insanlarla uğraşmak yerine çok daha geniş ve anlamlı bir dünya sunuyordu.

- Anlamadım. Hem sevilen bir öğretmen olup hem de insanlardan kaçmayı düşünmek tezat olmuyor mu?

- Bu soruyu kütüphane müdürü de sormuş başımdan geçenleri ve hayata karşı öfkemi ona da anlatmıştım. Müdür bey beni karşısına alıp; “İnsan dediğin özünde kusurlu bir canlı. Dünyaya gelişi bile eksik. Yani kimse mükemmel değil. Matematiğin diliyle anlatacak olursak tam sayılardan çok kesirli sayılara benziyoruz. Bilirsin; kesirli sayılar bir araya geldiklerinde paydaları eşitlemezsen anlamlı sonuç alamazsın. İnsanlar için de böyledir. Kendi hayatın gibi küsuratlı hayatlar arar bulursun ama paydalar eşit olmayınca ne bulduğunu da anlayamaz arar durursun. Hâlbuki harfler, notalar öyle mi? Hepsi ayrı değer ve anlamda olsa da harfleri satır üzerine dizer eşitler yazıya dökersin. Yazı büyür kitap olur, düşünce olur, anlam olur. Müzikte de önce birbirinden farklı sesleri notaya döker paydaları eşitleriz. Sonra o notalar bestecinin zihninde bir araya gelir, partisyona dönüşür müzik eseri olur. Üstelik eser icra edilirken hepsinin toplamından çok daha fazlası olur kulağımıza ulaşır. Kendine acımayı bırakmalı başka yerlere bakmalısın, kızım.” demişti.  Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum diye karşısında ağlamaya başlamış o da çocukken canımız yansa da sırf karşımızdakini kızdırmak için “acımadı ki, acımadı ki..” dediğimiz gibi canını yakan bu hayata nanik yapabilmek gerektiğini söylemişti.

- Onun için mi öğretmenliği bırakıp kütüphaneciliğe yöneldiniz?  Affedin ama ben yine bağlantıyı kuramadım.

- Hekimliğin diliyle anlatayım o zaman. Beden hücrelerden oluşur. Bedenin can kazanması için hücrelerin bir araya gelmesi yetmez, aynı genetik kod altında “eşitlenmiş” olması da gerekir. Paydaları eşitlerken yapıldığı gibi hücreler kitabın harfleri veya müzik parçasının notaları gibi eşitlendiği zaman toplamından çok daha fazlasına dönüşür. Beden hayat kazanır, ortaya kocaman bir ömür çıkar. O gün karşısında göz yaşlarımı tutamadığım müdür bey geriye dönüp kendi hayatına benzeyen insanları aramak yerine bir araya gelmeleriyle toplamından çok daha fazla anlam oluşturan eserlere yönelmenin daha iyi geleceğini işaret etti. Kütüphanecilik bu iş için en ideal ortamdı.

- Kitapları, müzik eserlerini anladım da kütüphaneler ne oluyor bu durumda?

- Paydaları eşitlemek dedim ya; Beni kütüphaneciliğe teşvik eden müdür bey “kütüphaneler toplumsal belleğin, ortak kültürün eşitlendiği yerlerdir.” derdi.

- Yani?

- Yani, paydalar eşitlenmezse toplumda kutuplaşma artar. Barış içinde bir arada olmak yerine kutuplaşma kavgaya, kavga da yangına dönüşürse unutulanları yeniden hatırlamak ve yeniden başlamak için destek dayanak noktasıdır, kütüphaneler. “Bir yangın ormanının belleği gibidir” derdi, müdür bey.

acimadi-2

Hemşire hanım elinde kahve ile belirdiğinde sohbete ara verdik. Kahvemi yudumlarken az önce konuştuklarımızı düşünüyordum. Hastamız  kendi fincanını uzatırken hemşire hanıma kahve için içtenlikle teşekkür etti. Hemşire hanım gülümseyerek yanıt verdi.

Saatime baktım. Akşam trafiği yoğunlaşmadan yola koyulmam da gerekiyordu. Hızlıca kahvemi yudumlayıp izin istedim. Hanımefendinin sözleri aklımı karıştırmıştı. Yola koyulduğumda hanımefendinin hayatı ve anlattıkları kafamın içinde dolanıyordu. Gerçek olduğu bilinen duyguların içinin boş hatta anlamsız olmasının nasıl bir ikilem yarattığını, annesinin kardeşi için çözüm üretirken kendi çocukları için istemese de tarifi zor bir durum oluşturduğunu, nereden bakıldığına bağlı olarak herkesin haklı görülebileceğini düşününce iyice kafam karıştı.

Bir kaç gün sonra şifa ile taburcu olan hastamızla bir daha karşılaşmadım. Hanımefendi ayrılırken odama uğramış beni bulamayınca o güne kadar adını duymadığım Wilhelm Genazino’nun “Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk” isimli kitabını masama bırakmıştı.

Kitabın ilk sayfasına “Hastane yalnızlığımı paylaştığım doktoruma teşekkürlerimle… Acımadı ki…” diye yazmıştı.

Mehmet UHRİ

3 Responses to “Acımadı ki…”

  1. Savaş YILDIRIM diyor ki:

    Acımadı ki demek isterdim ama ….

    Acıttın be MUHRİ.

  2. Yılmaz Ali diyor ki:

    Hayatın zorluklarına boyun eğmeyip baş edebilmek için bir sıçrama tahtasıyla işe başlamak lazım.İşte bu sıçrama tahtasında insanı kendi kendine harekete geçirecek hayata karşı söylenecek sihiri kelime “acımadı ki ,acımadı ki”

  3. Yılmaz Karadağ diyor ki:

    Hayatı sorgulatan muhteşem bir yazı, gerçek kişiler ile gerçek hikayeler insanın kendini sorgulamasına, hayatı ve yaşamın anlamını hatırlatıyor bizlere…

Leave a Reply