Archive for Temmuz, 2017

Huykesen Ağacı

Salı, Temmuz 18th, 2017

img_7566

“Dileğin yoksa neden buradasın? Yoksa sen de dileğini seçemeyen kafası karışıklardan mısın?” diye seslendi.

Konuşan Bayburt yakınlarında Bayraktar köyü merasında yaşını almış asırlık ardıç ağacıydı. Civarda Huykesen ağacı diye biliniyor, çoğunlukla adağı, dileği olanları ağırlıyordu. Çoruh vadisine bakan yüksekçe bir düzlükte üzeri renk renk çaputlarla dolu halde tek başına öylece duruyordu.

Ağaca sırtımı vermiş bir yandan köyü ve vadiyi seyrediyor bir yandan da cebimdeki bisküvileri ufalayıp kuşların heyecanla beslenmelerini izliyordum. Ses ağaçtan geliyordu. Emin olmak için gövdesine yaklaşıp “Bana mı seslendiniz?” diye sordum.

- Sana ya… Başka kimse var mı burada?

- Şey… Huykesen ağacı dediler merak edip geldim. Ağaç deyince kuş da vardır elim boş gitmeyeyim istedim. Üzerinde yeterince dilek adak taşıdığını görünce belki beni buraya getiren kuşların dileğiydi diye düşünüp adağımı kendime sakladım.

- Haklısın. Yaşlandım. Kuşlara yetecek kadar meyve veremiyorum. Buraya kadar gelip benimle değil de kuşlarla ilgilendiğini görünce ses etmeden duramadım. Gariplerim aç kalsalar da dallarımdan ayrılmazlar. İnsan gibi kaypak değildir, bırakıp gitmezler.

- Sana ulaşmak için dağ tepe tırmansalar da insanlardan pek haz etmiyorsun anlaşılan.

- Bana mı geliyorlar? Dileği, tasası, adağı olmasa yüzüme bile bakmazlar. İsteklerinin sonu yok ama biraz zoru gördüler mi ya kaçıyor ya da teslim oluyorlar. Sonra gelip burada dileği adağı için bağladığı kumaş parçasından medet umuyorlar.  Kafası karışık, ne istediğini bilmeyen şu insanları sanırım hiç bir zaman anlayamayacağım. Birbirlerinden farkları yok ama yine de kendilerini çok önemsiyorlar. Olmayacak şeyler dileyip unutuveriyorlar. Hatta kendilerine saklasalar da çoğunun dileğinin benzer olduğunu söyleyebilirim. Bak şu alttaki kalın dala sardıkları kırmızı ve beyaz uzunca çaputlar farklı zamanda gelenlere ait olsa da dilekler aynı. İkisi de uzun yaşamayı istediler. Nasıl yaşayacakları onlar için önemli değildi. Sadece uzun yaşamak istiyorlardı.

- Ne var bunda?

- Benim gibi yalnız başına birkaç yüz yıl yaşasalar akran, tanıdık, yaşıt, çoluk çocuklar da dahil hepsi ölse gitse, yaşadıklarını paylaşacak iki laf edeceğin seni anlayan kimse kalmasa, yaşa dilediğin kadar da göreyim. Dertleri kendileriyle. Yaşamadıklarına yanıyor, diğerlerinden önce ölmek istemiyor ama kendilerine bile söyleyemiyorlar.

- İnsanların ne dilemesini isterdin?

- Anlamıyorsun değil mi? Dilemekle olmaz. Yaşıyorsan ilk öğrenmen gereken direnmek olmalı. Yalnız olsan ve kazanamayacağını bilsen de direnmeli, ayakta kalmalısın. Yoksa buraların yağmuru ve rüzgarı öyle güçlüdür ki toprağını götürdüğü gibi insanını da önüne katar götürür. Mücadele etmeyi, direnmeyi bilmezsen ne dilersen dile. Bak köyün çobanları bunu iyi bilir. Sabah hocadan evvel sürüyü otlatmaya çıkarır, çoban yıldızı görünmeden de dönmezler. Dağda önlerine kurt çakal ne çıksa korkup kaçmaz, sürüyü yalnız bırakmazlar. Burada her şey bir mücadeledir.Üstelik onların kendileri için dileği de yoktur. Analarının babalarının sağlığını ister, onu dilerler.

fullsizerender_2

Güneşin buluta girmesi ile şiddetlenen rüzgarın etkisini azaltmak için ağacın geniş gövdesini siper etme çabam pek işe yaramamıştı. Artan serinliğe karşın rüzgar kuşları etkilemiş görünmüyordu. Savurduğum bisküvileri kapışıyor, ürkek de olsa ayağımın ucuna yaklaşıyorlardı. Ardıç ağacı çocukların huysuz olmamalarını sağladığı için adının Huykesen ağacı olduğunu anlattı. İnanışa göre huysuzluğunun giderilmesi istenen çocuk anne veya babası tarafından ağacın çevresinde üç tur atar. Sonra ilk önlerine gelen kişiden çocuğun boynundaki otlardan yapılma Kem denen bağı koparması istenirmiş. Böylelikle çocuğun huysuzluktan arınacağına inanılırmış. Bağı koparan kişiye de yanlarında getirdikleri peynir verilirmiş. “Peki sen bunların işe yaradığına inanıyor musun?” diye sordum. Cevabı almak için uzunca bir süre o rüzgarda üşüyerek beklemek zorunda kaldım. “Buraya gelip dilek dilemedin, kuşların karnını doyurdun ve duymak istediğin bir cevap için direndin, inatla bekledin. Dinle öyleyse” diyerek anlatmaya başladı.

- Burada hayat zordur. Kışın yağışlar, baharda ise sert esen rüzgar toprağı alır götürür. Bir önceki senenin toprağını yerinde bulamazsın. Eksilen toprağı tamamlayabilmek için her yıl tarladan taş ayıklar bir kenara yığarlar. O taşlar hiç eksilmez, toprak akar gider. Bir sene bakmasan taşlı tarlayla baş başa kalırsın. Burada toprak akışkan iklim serttir. İnsanları da toprağına benzer. Akıp gidiverirler. Baktılar olmuyor terk edip gurbete giderler. Bu hep böyledir. Geriye şu karşı tarlanın taşları gibi kaba saba ama direnmeyi bilenler kalır. Onlar gitmez ve beklerler. Gidenlere iyilik, sağlık, sabır diler ve beklerler. Benim gibi bir ağaçtan keramet bekler, direnirler. Elindekiyle yetinir ama beklemekten vazgeçmezler. Dallarıma bağladıkları çaput ise kendilerine yazdıkları mektup gibidir. Kendine bile söyleyemediklerini çaputa okur getirip dallarıma bağlarlar. Konuşup yüreklerini açarlar. Bu onlara iyi gelir. Dağ başındayız daha ne olsun?

- Gerçekleşen adağı veya dileği için teşekküre gelen olmaz mı?

- Direnmek ve mücadele etmek yerine elim elim üstünde oturup, bağladığı çaputtan medet umanlar mı hatırlayacak dileğini? Güldürme beni. Çoğu ne dilediğini bile unutur.

- Hiç mi tekrar ziyaretine gelen olmuyor?

- Çok seyrek. Bazılarına dileğiyle yıllar sonra yüzleşmek sanırım zor geliyor. Geçenlerde gelen yaşlıca bir kadın senin gibi uzun süre yanımda kaldı. Dileğinden vazgeçmeye, yıllar önce bağladığı çaputu sökmeye gelmişti. Aradığı çaputu bulamadı ama gün batana kadar yanımdan ayrılmadı. Sessizce ağladı.

- Onunla da benimle olduğu gibi konuştun mu?

- Konuşsa konuşurdum. Giderken usulca gövdemi okşayıp “Kabahat bende, senden istediklerim için beni bağışla” dedi. Sanırım yine kendiyle konuşuyordu.

fullsizerender-2

Ufku kaplayan koyu renkli bulutlar güneşi de beraberinde götürmüş yaylanın serinliği iyice hissedilir olmuştu. Kuşlar bisküvi kırıntılarının büyük kısmını temizlemiş ağacın dallarına geri dönmüştü. Yakamı kaldırıp önümü ilikledim. Gitmeye davrandığımı anlayınca “Bir dileğin yok mu? Emin misin?” diye üsteledi. Gövdesine sarılıp “sağlığın” dedim.

Patikayı takip edip köye inerken durdum. Alacakaranlıkta tepedeki düzlükte silueti görünen Huykesen ağacına el salladım. Sert esen rüzgar, yaklaşmakta olan yağmurun serinliğini ve kokusunu taşıyordu. Bayraktar köyünün ışıkları yanmış sakinleri ise çoktan evlerine çekilmişti.

Mehmet Uhri

Patolojinin Gülleri

Cuma, Temmuz 7th, 2017

resim1

Her ne kadar günümüzde tıp bilimi, yüksek teknoloji uygulamaları ile geleneksel hekimlik uygulamalarının ötesine geçmiş olsa da moleküler yöntemler gelişine kadar patologların iki gözüne mahkum olmayı sürdürecek gibi görünüyor.

Dahası hastalıkların morfoloji temelli adlandırılmaları ve bu adlandırmalarda kullanılan morfolojik benzetmeler tıbbın ortak terminolojisinde bir süre daha yer almaya devam edecek gibi duruyor. Morfoloji temelli terminolojilere, taşlı yüzük hücreli veya berrak hücreli gibi pek çok hücresel adlandırma veya benzerliğinden yola çıkılarak kekik-thyme bitkisinden ismini alan Timus bezi örnek verilebilir.

resim3

Benzer morfolojik benzetmeler arasında klasik kitaplara girecek kadar yerleşmiş terimlerden biri de ?rozet? formasyonlarıdır. Patolojik değerlendirmelerde ?rozet formasyonu? hücrelerin salgı yapmamasına karşın bir lümen çevresinde dairesel tarzda dizilim göstererek oluşturduğu görüntüyü ifade etmektedir.

resim6

Ependimomlarda görülen ve ortasında lümen içerdiği için gerçek rozet olarak tanımlanan formasyonların yanı sıra nöroblastomlarda gözlenen ortasında nöropil içeren Homer Wright rozetleri, retinablostomlarda Flexner-Wintersteiner rozetleri ve PNET medulloblastom gibi hücreden zengin tumor dokularında beslenebilmek için damar duvarlarına tutunarak (peritelial) ışınsal dizilim gösteren ve bu haliyle pseudorozet adını alan formasyonlar en bilinenleridir.

Hücrelerin bir salgı yapmamasına karşın lümen veya benzeri bir yapının çevresinde dairesel dizilim göstermesi biçiminde tarif edilen rozetlerin yakaya takılan rozetlerle ilişkisi ise son derece sınırlıdır.

Gerçekte tarif edilen ise mimari bir süsleme unsurudur.

Dikkat edilirse sözcüğün etimolojik kökleri gül bitkisine gönderme yapmaktadır. Rose-gül, rosette-gonca gül veya tomurcuk gül anlamındadır. Bütün inanışlarda gül, cennet bahçesini süsleyen çiçeklerdendir ve kutsaldır. Yunan mitolojisinde Afrodit, Roma mitolojisinde Venüs gül ile sembolize edilir. Hıristiyanlıkta da ana tanrıça kültünün devamı olan Meryem Ana?nın simgesidir. Bu nedenle dini mekanların süslemelerinde sıkça yer bulur. Hıristiyanlık haçlı seferleri ile doğunun zenginliklerini keşfederken mimari yapılar da bu bilgi devşirmesinden nasibini alır ve kilise mimarisi doğunun çok daha önceleri keşfedip uyguladığı unsurlarla tanışır. Uçan payanda ve kaburgalı tonoz uygulamaları ile çatıyı kilise duvarlarına taşıtmaktan kurtulup duvarlarda geniş boşluklar pencereler yapılabilir hale gelir. Klasik gotik mimarinin kasvetli kiliseleri ışık ile tanışır. İçeriye giren ışık yine doğudan devşirilen vitraylarla renklendirilir.

resim2

Bu arada Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Roma imparatorluğunun dini baskılamaları sırasında Ortadoğu ve çevresinde öldürülen azizler de gün ışığına çıkarılır. Bunlardan biri olan ve İskenderiyeli Katerina olarak bilinen azize İS 287-305 yılları arasında yaşamıştır. Kısacık hayatını Hıristiyanlığa ve Meryem anaya adamış ve yıllar önceki benzeri İskenderiyeli Hypatia gibi ölüm ile cezalandırılmıştır. Ölümü çivili bir araba tekerleğine bağlanıp şehir içinde dolaştırılmak biçiminde planlanmış ancak ilk hamlede tekerleğin kırılması üzerine kafası kesilerek gerçekleştirilmiştir. Yıllar sonra Roma imparatoru Jüstinyen tarafından 585 yılında Sina yarımadasında mezarının olduğu yere yapılan ve en eski doğu kiliselerinden olan Azize Katerina manastırı ile hatırlanmıştır. Manastırda mimari unsur olarak kullanılan ve azizenin öldürülüşünü simgeleyen yuvarlak pencerelere Katerina pencere (Cathrine window) veya onun vücudunda İsanın annesi Meryem?i simgeleyen gül bitkisine göndermeyle gül pencere (Rose Window) ismi verilmiştir.

2280783-st-antuan-katolik-kilisesi

12. Yüzyıl ile birlikte haçlı seferleri sırasında edinilen yeni mimari uygulamalar ile Fransa?dan başlayarak gotik mimarinin önemli eserleri olan kilise ve katedraller inşa edilir. Bu inşa sırasında özellikle kiliselerin batıya bakan kapılarının üzerinde yaptıkları dairesel pencereleri vitraylarla süsleyip kiliseyi aydınlatmayı ve renklendirmeyi başarırlar. Yapılan bu dairesel pencerelere rose window, küçüklerine ise rosette ismini verirler.  Rönesans ile gotik mimarinin yerini barok ve rokoko mimarisine bırakmasına karşın en güzel örneklerinin Strasburg ve Paris Notr Dame kiliselerinde olduğu söylenen rose window uygulamaları günümüze kadar kilise mimarisinin kalıcı öğelerinden olarak varlığını sürdürür.

Yakaya takılan gül goncası, süs veya daha sonra onun benzerlerine de gül goncasına atıfla rozet ismi verilmiş olsa da patoloji uygulamalarında tariflenen rozet işte bu kilise duvarlarında yer alan vitrayla süslü dairesel pencereleri işaret etmektedir.

Dr. Mehmet Uhri

Nuh’un Denizaltısı

Salı, Temmuz 4th, 2017

slider-home-3

Nuh’un gemisi oluyor da denizaltısı neden olmasın? Dağ başında karaya vurmuş bir denizaltıyım. Bulunduğum yere ve kendime bakıp “bu bir rüya olmalı” diyorum. Hatta birinin rüyasının içinde olduğumu, uyanınca her şeyin kaybolacağını düşünüyorum. Her yanı dökülen bu hantal paslı halimle dağ başında başka ne işim olabilirdi? Zaman geçtikçe bitmeyen bir rüyanın içinde kaybolmuş olabileceğimi bile düşünmeye başladım. Bir rüyanın parçası olmak kulağa hoş gelse de mevsimler geçiyor, bir şeyler değişiyor çürüyen gövdemle terk edilmiş hissine kapılıyorum. Gözlerini üzerimden ayırmayan şu kavak ağaçları da olmasa iyiden iyiye yalnızlık çekeceğim. Yine de ağacın gözü sürekli üzerimde olduğu için işkillenmeden de edemiyorum. Yaklaşıp benimle dertleşmeye çalışan 0 yalnız insanlar gibi hissediyorum kendimi. Onlar da benim gibi bu dünyada ne aradıklarını sorgulayıp anlam arıyorlar. Uzun süredir bu dağ başında üstelik kavağın göz hapsinde öylece duran bir denizaltı üzerine iki laf eden olur ümidiyle bekliyorum ama gelenler hep kendi dertleriyle meşgul. Öyle meşguller ki; bazıları farkıma bile varmıyor . Onlar için paslı bir demir yığınından öte değilim.

Her tarafım dökülüyor, gövdem delik deşik. Çoruh vadisine bakan tepede öylece duruyor ve bekliyorum. Kimsenin ilgisini çektiğimi de düşünmüyorum. Paslı görüntüm yüzünden insanlar uzak duruyor, anneler çocuklarını yanıma bile yaklaştırmıyor. Yalnız olmaya alışkın olsam da birilerini ürkütüyor görünmekten, bostan korkuluğu muamelesi yapılmasından hiç memnun değilim.

Bayburt yakınlarında denizden 1500 metre yüksekte Baksı köyü yakınlarında bir yerdeyim. Müze neyin bir şeylerden söz ediyorlar ama ben görmedim. Olduğum yerden sadece Çoruh nehrinin yön değiştirdiği bir vadi görünüyor. Buradan bakınca gün gelir Çoruh nehri tüm vadiyi kaplayacak kadar yükselir taşarsa Nuh?un gemisinin küçük bir örneği olarak hazırda bekletildiğim düşünülebilir. Açıkçası bu her yanı dökülen halimle onları hayal kırıklığına uğratacağımı düşünüyorum. Yine de birilerinin rüyasında bile olsa işe yarayacağını düşünmek iyi geliyor doğrusu.

img_7552Bulunduğum yerde birkaç titrek kavak ağacı dışında bitki örtüsü cılız sayılır. Bahar geldiğinde ortalık kısa süreli yeşile bürünse de hızla sararıp bozarıyor. Denizden bu kadar yüksekte olunca iklim hayli zor ve sert oluyormuş. Yılın büyük kısmını kar altında ışığa hasret geçiriyorum. Kar yağışının yağmura dönmesi ile baharın yaklaştığını hissetsem de hava ısınmıyor. Kar yığınının ağırlığı altında ezildiğim de, cabası. Kar eriyip ışığı görünce her seferinde kavak ağaçları ile göz göze geliyorum. Onlar için de burada yaşamak zor, anlıyorum ama o göz göz bakan gövdeleri yok mu? Huylanmadan edemiyorum. Bahar ile birlikte günler uzayınca ağaçların gölgesi de değişiyor. Yaprak açıp üzerime düşen güneşi engellemeseler sesimi çıkarmayacağım. Isınan hava ile doğa hareketlense kuşlar, kelebekler tırtıllar ortaya çıksa da kısa sürüyor. Sonra yaylanın sıcağı ile birleşen kuru ve sert rüzgârlar hızla bitki örtüsünü kurutup sarartıyor. Uzaktan tek tük görünen ağaçlar dışında yeşile hasret kalıyoruz. Baharda coşkun akan Çoruh nehri bile gücünü yitiriyor. Sonrasında sonbaharı bile görmeden hızla kış geliyor. El ayak çekiliyor yapraklarını yitiren kavak ağaçları ile baş başa kalıyoruz.

akkavak

Kavak ağaçları da benim gibi dertli. Su kenarı beklerken bu dağ başında tutunmaya çabalamak için yeterince güçlü değiller. Ancak direniyorlar. Gençten küçük fidan halinde dikilenleri yaşama gayreti ile toprağa sıkıca tutunup sağlam kök saldılar. Boyunu posunu almış olanlar ise büyük saksılarında azıcık aşım kaygısız başım diyerek yıllarca yayıp oturmaya alışmış olduklarından gençlerin gösterdiği gayreti gösteremedi. Bir kısmı kısa sürede kurudu kalanlar için ise buralara tutunmak hiç kolay olmadı. Gençten ekilenler hızla diğerlerinin boyuna ulaştı diğerleri ise  inatla sosyetik takılmaya devam ediyor.

fullsizerender_21

Biraz da dedikodu yapayım. Bizleri burada bir araya getiren ve gölgelerimizi buluşturanlar konuşurken duydum. Bu kavak ağaçlarının geçmişte yaşamış ancak dünyaya doyamamış insanların gözlerini barındırdığından söz ediyorlardı. Dünya değiştirseler de kavak ağaçlarının gövdelerindeki gözleriyle geride bıraktıkları hayatı izlemeyi sürdürürlermiş. Bana sorarsanız bu ağaçlar kimlerin ruhunu taşıyorsa pek şanslı değillermiş. Dağ başında Çoruh vadisi ve benim gibi demir yığını dışında pek seyredecek bir şey bulabildiklerini sanmıyorum. Demek ki hayata doymayıp erken gittiğini düşünenler dağ başında bile olsa bir göz bakışa razı olabiliyormuş. Eh yalan da değil. Bakmayın öyle söylenip durduğuma. Çürüyüp toprağa karışana kadar burada kalmaya çoktan razıyım. Bunların hepsi rüya bile olsa bitsin istemiyorum.

Size bir de sır vereyim. Geçen gün şu genç kavak ağacı birileri konuşurlarken duymuş; beni buraya yerleştiren adama denizaltının burada ne işi var diye sormuşlar ?o benim uzay gemim? diye yanıt vermiş. Dediğine göre hayat insanın üstüne öyle geliyor ve öyle çok şey istiyormuş ki kaçacak yer bırakmıyor tüm zamanını alıyormuş. O yüzden kaçıp çocukluğuna ve çocukluğunun geçtiği bu köye sığınmayı seçmiş. Neyi var neyi yoksa satıp savıp dağ başına müze inşa etmiş. Daha da üstüme gelirlerse bir tahlisiye filikası işlevi görsün diye de beni yani bir denizaltıyı getirip dağ başına yerleştirmiş. Burada da rahat vermezlerse benimle birlikte gökyüzüne çıkıp uzaya kaçmayı hayal edermiş.

Nasıl? Kulağa hoş geliyor değil mi? Bir de bana sorun. Buradan daha öteye kımıldayacak ne mecalim ne de niyetim var. Özgür olma uğruna kendinden bile kaçmak isteyenleri anlıyorum ama buna benim gücüm yetmez. Dönüp şu genç kavaklar gibi direnmeyi, toprağa tutunup mücadele etmeyi deneseler bence daha iyi ederler.

Bir de buralara kadar gelip müze ve çevresini görünce kafası iyice karışanlar var ki, en çok onlarla eğleniyorum. Gelenler hayli meraklı. Bitmeyen bir arayış içindeler. Ancak ne aradıkları konusunda kafaları bulanık görünüyor. Oturup sırtını yaslayan, vadiyi seyreden, benimle konuşur gibi kendiyle muhabbet eden, kavakların gövdesindeki gözlerden rahatsız olup yer değiştiren, sonra kendine gülüp yine dertleşmeyi sürdüren pek çok insan tanıdım. Hepsinin kendince önemsediği birbirine benzeyen dertleri vardı. Bazıları dertlerini kendilerine bile söyleyemiyor hep başkalarını suçluyordu. Ayrılırken el sallayan, teşekkür eden hatta şu paslı gövdeme sarılan bile oldu. Valla oldu. Kavağın gözleri her şeyi gördü. İnanmıyorsanız sorun, anlatsın.

Her neyse bu dağ başında karaya vurmuş pejmürde bir denizaltı için fazla gevezelik ettim. Nuh?un denizaltısı olarak buradayım. Gerçek olup olmadığımı inanın ben de bilmiyorum. Önemi olduğunu da sanmıyorum. Dilden dile aktarılmaya değecek bazı rüyalar gibi azıcık gerçeğe bulanarak zaman içinde paslanıp eriyecek ve sanırım insanlar gibi toprağa karışacağım.

Her şey iyi hoş da şu kavak ağacının gözleri sürekli üstümde olmasa…

Mehmet Uhri

Not: Katkılarından dolayı Bayburt BAKSI müzesinin kurucusu Sayın Hüsamettin KOÇAN’a, Kemal Tufan ve Ezgi ATAY’a teşekkür ediyorum.