Archive for Kasım, 2016

Yarım Kalan Bulmaca

Çarşamba, Kasım 16th, 2016

19-yarim-kalan-bulmaca

Yaşlı kadın hastamız için yolun sonu yaklaşmıştı. İlerlemiş yaşı ve vücuda yayılmış hastalığı nedeniyle, destek tedavisi dışında tıbben yapacak fazla bir şey yoktu.

Durumun farkındaydı. Kabullenmiş görünüyordu.

O sabah hasta yatağında doğrulup gece iyi uyuyamadığından, sıkıntılı rüyalar gördüğünden yakınıp ilaçlarının değiştirilmesini istedi. Hemşire hanımın başucuna bıraktığı ilaçları o sabah içmemişti. İlaçlarına baktığımı görünce başını öne eğdi sonra eliyle ilaçlarını işaret etti.

- Bu verdikleriniz ilaç değil. İlaç dediğin içinde ne olduğunu bilmediğin, yuttuğunda iyileşme umudunu da beraberinde aldığına inandığın bir şey olmalı.

- O kadar basit değil ama bir açıdan haklısınız.

- İşte, benim bu ilaçlardan umudum kalmadı. Onları içmeme karşın kendimi daha iyi hissetmiyorum. Her geçen gün bir önceki günü aratıyor. O yüzden ilaçlarımı değiştirmenizi, yeni ilaçlarla birlikte umutlarımın da tazelenmesini istiyorum. Bana yardımcı olacaksınız değil mi?

Yüzünde ilerlemiş hastalığın izleri iyice belirginleşmişti. Gözleri ferini yitirmiş rengi soluktu. İleri derecede zayıflamıştı.

Tedavisini gözden geçirip ilaçlarını değiştireceğimi yeni ilaçların daha iyi geleceğini söyledim. Hafifçe tebessüm edip teşekkür etti. Geceliğinin cebinden çıkardığı kâğıdı uzattı. “Bu çile daha ne kadar sürer bilmiyorum ama sona yaklaştığımı hissediyorum. Günü geldiğinde beni son yolculuğumda yalnız bırakmak istemeyecek birini arayıp haber vermenizi istiyorum. Ama sizden rica ediyorum şimdi değil, hak vaki olup günü geldiğinde” dedi.

Kâğıtta bir isim ve telefon numarası yazıyordu.

Birkaç gün sonra hastamızın durumu ağırlaşıp yoğun bakıma alınınca verdiği numarayı arayıp haber verdim. Kısa süre sonra hallerinden hayli varlıklı oldukları anlaşılan orta yaşlı hanım ve eşi hastaneye gelip hastamızı görmek istediler.

Yoğun bakım şartlarında kısa ziyaret izni alan hanımefendi hastamızın yanına ilişti. Tuttuğu eli öpüp yanağına dokundururken sessizce ağlamaya başladı. Bir süre öylece kaldı. Hastamız zorlukla gözlerini açıp gelen hanımı karşısında görünce yüzü aydınlandı. “Daha zamanı gelmedi, kuzucuk. Erken haber vermişler sana, evine git dinlen, yorulma buralarda” dedi. Diğeri cevap vermedi. Yanaklarından gözyaşı süzülüyor ve gülümsüyordu.

Hastamız tekrar uykuya daldı. Ziyareti sonlandırıp dışarı çıktık. Kocasıyla birlikte odama davet ettim. Bir süre sonra sakinleşip bu güne kadar neden haber vermediğimi sordular. Durumu açıkladım. Hanımefendi eşine sarılarak “Yine beni korumuş, üzülmemi sıkılmamı istememiş” diyerek tekrar ağlamaya başladı.

Akraba olduklarını düşünüp yakınlık derecesini sorunca hastamızın gelen hanımefendiyi doğumundan itibaren büyütüp yetiştiren bakıcısı olduğunu öğrendim. Doğduğu gün yatılı bakıcı olarak işe alınmış üniversite eğitimi için yurt dışına gidene kadar hiç ayrılmamışlar.

- Beni o büyüttü. Hem annem oldu hem babam. Varlıklı ama sorunlu, çok çalışan bir anne babanın elinde büyüdüm. Onlar hep meşguldü, aradığım zaman onlara ulaşma olanağı genellikle olmazdı. Onların zamanı uygun olduğu zaman ise ben genellikle uyumuş olurdum. İşte böyle bir ortamda yalnızlığımı paylaştı. Bana onların uzaklığını hiç hissettirmedi. Ben onun kuzusuydum. Kimi kimsesi var mıydı hiç bilmezdim. O hep yanımdaydı.

- Sonra ne oldu? Aramadınız mı?

- Nasıl desem? Üniversiteden sonra işe başladım, evlendim. Çok şey değişti hayatımda. Onun eksikliğini çocuğum olduğunda anladım. Çalışma hayatıma ara verip onun beni sevip bana baktığı gibi çocuğumu büyütmeye özen gösterdim. Bir ara ulaşmayı denedim ama bulamadım. Ayrılırken arkama bakmamamı her zaman yakınındaymışım gibi yaşamamı öğütlemiş “beni aramaya kalkma, günü gelince ben seni ararım” demişti.

Bu sözlerden sonra gözyaşlarını tutamadı. Kocası teselli etmek için sarılınca omuzlarını silkip doğruldu.

- O, evimizdeki cam eşyalardan biri gibiydi. İlk baktığında görünmeyen ama her zaman işlevi olan şeffaf cam bir eşya gibiydi. Hiç sesi çıkmazdı. Annem ve babamın yanında görünmez olurdu. Bir tek bana görünür o kocaman soğuk ve sessiz evin içini sevgisiyle doldururdu. İnsanları sevmeyi ondan öğrendim. Şimdi orada öylece yalnız yatıyor. İyi görünmüyor. Yapabilecek bir şey yok mu?

- Durumu hayli ciddi. Tıbben elimizden geleni yaptık. Ancak hastalık iç organlarına yayılmış durumda. Yanında olup elini tutmanız ona bu zor döneminde iyi gelecektir sanırım.

O gece ve ilerleyen günlerde hanımefendi hep hastanemizdeydi. Kocası da boş durmamış başka hastanelerden getirdiği hekimlerin görüşlerine de başvurulmuştu. Hastamızın bilinci ara sıra bulanıklaşıyor ağrıları yüzünden uyutmak zorunda kalıyorduk. Hanımefendi ise gün boyu yanında oturup ona kitap okuyordu. Hastamızın onu duymuyor olabileceğini söyleyince kitap okumayı sürdürmek istediğini bunun kendine iyi geldiği yanıtını verdi.

Bir kaç gün sonra hastamız bir ara gözlerini açıp sevgili kuzusunu yanında görünce yüzü yine aydınlandı. Bana dönüp “Bu kez gördüğüm rüya çok güzeldi. Güzel sesler, anlamlı sözlerden oluşan bir denizde yüzüyordum. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Verdiğiniz ilaçlar daha iyi geldi sanki doktor bey” dedi. Sonra kuzusuna dönüp sevgi dolu gözlerle baktı. “Ben olabildiğim kadar  iyiyim, git dinlen, yorulma buralarda. Çocuğunu yalnız bırakma” dedi.  Yatağında doğrulmak istedi. Elini tutup yastıklarını ayarladım. Doğrulmasına yardımcı oldum. Minnet dolu gözlerle önce kuzusuna sonra bana baktı;

- Size sözünü ettiğim o sıkıntılı rüyalarımda hastane koridorlarını aşıp uçuyor, kalabalığa karışıyorum. Sonra kendimi o kalabalıklarda hapsolmuş hissediyordum. Kimsenin kimseyi görmediği o kalabalıklar beni boğuyordu. Uyandığımda ise yine o lanet hastalığım ile birlikte kendim oluyordum. Kâbus işte, nereye kaçsan olmuyordu. Gençliğimde kendime güvenirdim. Çabalayarak bir şeyleri değiştirebileceğime inanırdım. İnsana kendini hatırlattığı için hastalıkları severdim. Sonuçta iyileşip nasıl olsa o kalabalıklara yine dönecektim. Ama…

- Ama şimdi durum çok farklı.

- Hastalık böylesine amansız olunca kendinden kaçamıyorsun. Kalabalıkların umurunda olmadığını biliyorsun. Tanıyıp sevenlerin gücü de bir yere kadar yetiyor. Sonrası hızla akıp giden zaman. Kâbustan beter.

Kuzusuyla yine göz göze geldiler. Hanımefendi sarılıp hastamızın saçlarını okşadı. Bizimki “bulmaca oyunumuzu unutmadın değil mi? Oyunu artık sen sürdüreceksin. Biliyorsun insanların buna ihtiyacı var” dedi. Yorulmuştu. Tekrar uzanmasını sağlayınca derin bir uykuya daldı.

Birkaç gün sonra çoklu organ yetmezlikleri ile hastamızın durumu daha da ağırlaştı. Bu kez direnmedi.

Hastane çalışanlarına teşekkür için yayınlanan gazete ilanı dışında geride bir şey bırakmadan aramızdan sessizce ayrıldı.

Hanımefendi ve eşi hastaneden ayrılırken teşekkür için odama uğradıklarında “merakımı mazur görün ama şu sözünü ettiğiniz bulmaca oyunu nedir?” diye sordum. Hanımefendi çantasından çıkardığı bir kısmı çözülüp bırakılmış gazetelerin çapraz bulmaca eklerini gösterdi.

- İkimizin sessizce oynadığı bir oyundu bu. Ortaokul yıllarımda birlikte gezer, pastanelere oturur ve bunun gibi yarısı çözülmüş bulmacaları kalem ile birlikte masalara bırakırdık. Gelenler masalarında yarısı çözülmüş bulmaca bulur ve genellikle tamamlamaya çalışırdı.

- Niçin yapardınız bunu?

- İnsanların çözememekten korktukları için bulmacaya hiç başlamadıklarını, yarım bırakılmış bulmacaların ise ilk sahibine ait olduğu düşünülüp korkusuzca çözülebileceğini, çözdükçe insanların kendine güven duyabileceklerini öğretmişti. “İnsanları ayakta tutan güven duygusudur. Kalabalıklar insanı güvensiz yapıyor. Onlara yardımcı olmalıyız” derdi.

Bu sözlerden sonra çantasından çıkardığı yarısı çözülmüş bir kısım çapraz bulmacayı masama bırakıp “Oyunu öğrendiniz. Bunlarla ne yapacağınıza kendiniz karar verin” dedi.

Tekrar teşekkür edip ayağa kalktı. Eşinin koluna girip sessizce uzaklaştılar.

Mehmet Uhri