Archive for Mart, 2015

Sahi… Kimdi O?

Salı, Mart 24th, 2015

Sahi… Kimdi o?

Hani bazen emin olsanız da bir türlü nereden tanıdığınızı çıkaramadığınız biriyle karşılaşır, cesaretinizi toplayıp “Sizinle daha önce tanışmış mıydık?” diye sorarsınız.

Ortak arkadaş, ortam veya mekan arar; bir türlü bulamazsınız. Hatta soruyu sorduğunuz kişi de sizi bir yerlerden hatırladığından söz eder. Ancak bir türlü ortak nokta bulamaz, “Kimdi o?” sorusu öylece zihninize kazınır, uzaklaşırsınız.

Unuttuğunuzu sansanız da ummadığınız anda bir olay veya anıyla hatırladığınız, pek de önemli olmadığını düşündüğünüz bu durumlar yaş ilerleyip tanış görüş olduğunuz kişi sayısı arttıkça sıklaşır. Hafızanızdan kuşku duymaya başlarsınız. Tanıdığınızdan emin olsanız da kim olduğunu bulamadığınız insanlar ürkütmeye başlar.

Endişelenirsiniz.

Çünkü; kim olduğu veya nereden tanıdığınız üzerine bu kadar kafa yoruyor olmayı o kişiyle tekrar iletişim kurmak istediğinizden değil, kendi yaşanmışlığınız üzerinden içe dönük bir sorgulama gibi yaparsınız. Üzeri örtülmüş, unutulmaya yüz tutmuş yaşanmışlıkları deşer, hafızanızı zorlarsınız.

“Nerede gördüm, nereden tanıyorum, ne zaman karşılaştık?” sorusunu o kişiye yüksek sesle sormaya çekinip için için yanıt arayanımız çoktur. Kesin yanıtı bulamayıp geçmişinde bir yerlere yalapşap iliştirerek sorudan kurtulmaya çalışanlarımız ise daha da çoktur.

Ne yaparsak yapalım, hafızamız ile ilgili kuşkudan kurtuluncaya kadar bitmeyen bir kaygıyı derinden hissederek yaşarız.

Bir türlü çözemediğiniz “Sahi… kimdi o?” sorusu aslında her soru gibi yanıtını içinde barındırır.

Yanıt ise; bir şekilde hayatınıza dokunmuş, yer etmiş, kendinizi tanımanızı sağlamış herhangi biri olabilir. Hatta karşınızdaki kişiyi hiç tanımamış olsanız da hayatınızda iz bırakmış kişilerden biriyle hafifçe benzeşmesi bile yeterlidir.

Böyle durumlarda en zoru ise hafızanın yanılabileceğini kabullenmek zorunda kalmaktır. Hafızanızdan kuşku duyup özgüven yitimine uğramaktansa soruyu ve o an yaşadıklarınızı unutup başka şeylerle ilgilenmek çoğumuz için iyi bir çıkış gibi görünebilir. Ama “O kimdi?” sorusu da peşinizi kolay bırakmaz. Rüyalarınıza bile girdiği olur.

Halbuki bilirsiniz, hep iyi anlar hatırlanır, kötü anılar ise kolay unutulur. Kötü olaylar çabuk unutulsa da hayatımızda kötü izler bırakmış insanları nedense unutamayız. O kişilerin ruhumuzda bıraktığı izler kabuk tutsa da hatırlatan bir olay, anı veya kişiyle karşılaştığımız da bir yerlerden kanar, hissederiz.

Sahi… Kimdi o?

kimdi-o2Yaşınız küçükken belki de size iğne yapan bir sağlık çalışanıydı. Sizi koruyacağına çok güvendiğiniz anne veya babanızın suskun bakışları önünde canınızı yakmış, ağlamış, unutmamıştınız. İğneyi veya acısını çoktan unutmuş olsanız da o gün unutmadıklarınız arasında sizi korumak yerine öylece duran anne veya babanızın suskunluğu ve iğnenin önündeki yalnızlığınız da vardır.

Yıllar sonra kendi çocuğunuz için iğne yapmak gerektiğinde karşınızdaki sanki aynı kişidir. Ruhunuzda bir yara kanamaya başlar. Susarsınız.

Veya okulda size kendinizi ezik hissettiren bir öğretmendir.

Büyüdüğünüzü, yetişkin olmaya başladığınızı söyleyip okula gönderirler. Kendiniz gibi bir sürü arkadaş edinirsiniz. Birçoğu unutulsa da hayatınızdan çıkarmak istediğiniz, unuttuğunuzu düşündüğünüz, onca sevdiğiniz öğretmen arasında adını bile bir türlü unutamadığınız o kişi çoğumuz için hep vardır.

Herkesin içinde sizi bilmediğiniz veya yapmadığınız bir şeyler için azarlamış, başınızı önünüze eğip yalnızlığınızla yüzleşmek zorunda bırakmış veya masum olduğunuz halde sizi insafsızca suçlamıştır. Üstelik onlar bir tane de değildir. Her gittiğiniz okulda karşınıza çıkarlar. Üstelik hepsi birbirine benzer.

Olaylar ve yaşananlar unutulsa da o kişinin ruhunuzda bıraktığı yara öylece kalır. Onların kim olduğu, anlamı veya neden sizin hayatınızda olduğunu sorgulamak bile zul gelir.

O zamanki aklınızla yaşananlara anlam veremez, kabahati hep kendinizde aramak zorunda olduğunuzu düşünürsünüz. Üstelik, adı konulmamış bir yalnızlık ve suçluluk hissini yaşatan o kişilerle yüzleşmemek için başı eğik, sinik yaşamayı marifet diye sunarlar ya… Deli olursunuz.

kimdi-o

O kimdi sorusunu içinizde yaşatan kişi bazen öyle “kötü” biri değildir. Arkadaşlarınız arasında herkesin gıpta ettiği, imrenilen biri de olabilir.

Öyle uslu, öyle çalışkan ve başarılıdır ki onlar yüzünden hep bir yanınızın eksik olduğunuzu düşünürsünüz. Zaman içinde herkes bir yere savrulsa, adını hatırlamakta zorlansanız da eksiklik hissini hatırlatan o kişinin kim olduğunu ve nerede hangi pozisyona geldiğini sorgulamaya bile çekinirsiniz.

İçin için hayatta başarılı, hatta çok başarılı bir yerlere gelmemiş olmasını istersiniz.

Varlığı diğerlerine göre ruhunuzda daha derin iz bırakmış; kendinizi ezik, sinik ve başarısız hissetmiş bile olabilirsiniz. Ancak bunu kendinize bile itiraf edemezsiniz. Ne yaparsanız yapın hep bir başarı öyküsü ile karşılaştığınızda önünüzdeki resim o unutmak istediğiniz arkadaşınız ile örtüşüverir. Onca başarıya haksızlık etmek de istemez, ruhunuzdaki yaranın sessizce kanamasına razı gelir, durumu kabullenirsiniz.

“Kimdi o?” sorusu ise şekilden şekle girip sizinle birlikte yaşar. Gün gelir sevgiliniz olur, gün gelir eski sevgiliniz. En kötüsü ise yeni sevgilinin içindeki eski sevgili kırıntıları olarak size göz kırpmasıdır. Hangisinin nereye kadar hangisi olduğunu bir türlü çözemezsiniz. Bu kafa karışıklığı başkalarınca aşk diye yorumlansa da aşkın tüm bunlardan öte olduğunu bilirsiniz.

kimdi-o-4Zaman geçse de “Kimdi o?” sorusu yakanızı bırakmaz. Bazen arabalardan para dilenen küçük bir çocuğun bakışlarına yakalanır soruyu hatırlarsınız. O küçük çocuk hakkında söyleyeceğiniz çok şey olsa da kendinize söyleyebilecekleriniz sınırlıdır. Çoğumuz arabaya yaklaşıp camı tıklatmalarından rahatsız olup sanki öyle biri hiç yokmuş gibi davranmaya çalışır.  İçimizdeki o çok tanıdık ama hep unutmaya çalıştığınız çocuk ile yüzleşmekten, ona cevap verememekten korktuğumuzu kendimize bile itiraf edemeyiz.

Kendi çocuğunuzla göz göze geldiğiniz de bile bazen bir başka çocuğun bakışları düşüverir aklınıza nerede ne zaman gördüğünüzü hatırlamasanız da ruhunuzda bıraktığı izle birlikte oradadır. Belki de kendi çocukluğunuzdan kalma eski bir ayna görüntüsüdür.

Öylece kalırsınız.

Hayat bizimle birlikte büyüyüp kalabalıklaştıkça “Kimdi o?” sorusu giderek daha çok karşımıza çıkar.

Kimi sorudan kurtulmak için insanlardan kaçıp inzivaya çekilir. Kendiyle baş başa kalmak diye adlandırılsa da nafile çabadır. Soru da peşinden gelir. Bırakmaz yakanızı…

İnsanız ne de olsa.

Dünyaya eksik gelir hep bakım isteriz. Kendimize yetecek kadar büyüdüğümüzde bile o eksiklik duygusundan kurtulamayız. Üstelik eksik ve yalnız olduğumuzu hissettirecek birileriyle karşılaşmaktan ne kadar kaçarsak kaçalım kurtulamayız. “O kimdi?” sorusunun bıraktığı etki ise ortamdan ortama, yaştan yaşa ve hatta aynı insanın farklı zamanlarında bile değişkenlik gösteriyor olsa da üzerinde düşünmeden edemezsiniz.

Çok azımız “Sahi… Kimdi o?” sorusuyla uğraşıp içindeki çocuktan başlayıp en yalın haliyle tüm o küçük benleri görebilmeyi başarır.

Başardığı oranda ruhunun zenginliği ile yüzleşir. Gün gelir onlardan biriyle karşılaşıp “Yabancı gelmiyorsunuz, sizi bir yerlerden tanıyor olmalıyım. Daha önce karşılaştık mı?” diye sorduğunuzda gülümseyip “Karşılaşmasak da tanıdık gelmem çok normal. Ne de olsa herkes biraz başkasıdır.” gibi bir yanıt alıp şaşırır arkasından bakakalırsınız. Yakınınızdakiler “Kimdi o?” diye sorunca cevap vermekte zorlanır, “çıkaramadım ama iyi tanıdığımı sandığım biriydi.” der geçiştirirsiniz.

Yaşlanır tanıdıklarınızı bir bir toprağa verir yalnızlaşırsınız.

Gidenler unutulmasın istersiniz. Aslında her giden ile hayatınızdan eksilen “Kimdi o?” sorusudur.

Gidenler ile birlikte kendinizden de bir şeyler eksildiğini hisseder, hafızanızın zayıfladığı ile açıklamaya çalışırsınız. Eskileri anmaya, onları hatırlamaya uğraşırsınız. Ruhunuzda iz bırakan ne varsa yüzleşmek kolay gelmeye başlar. Ne de olsa onları hatırlatanlar da artık yaşamıyordur.

Gün gelip kendinizin de birilerinin “Kimdi o?” sorusuna tıkılacağı düşüncesi başlangıçta ürkütücü gelse de zamanla alışırsınız.

Hatta hiç yoktan iyidir diye düşünürsünüz. İyi gelir.

Gün gelir, siz de bir yerlerde takılırsınız. Hayat arkanızdan devam eder.

Zamanla her şey, herkes unutulur.

Bir gün hoş veya anlamlı bir anı veya nükte olur, muhabbet ortamında hatırlanırsınız.

İsminizi çıkaramasalar da yaşananlar unutulmamıştır. Muhabbete katılanlardan biri sorar;

“Sahi kimdi o?”

Soru havada öylece asılı kalır. Kısa bir sessizlik olur.

Sonra…

Sonrası bildiğiniz gibi…

Mehmet Uhri

Soru Neydi?

Cuma, Mart 6th, 2015

kafakark-d010-123e-775d

Sahi! Soru Neydi?

Unuttuk değil mi? Kafamız o kadar karışık ve elimizdeki yanıtlar o kadar çok ki; “İyi de bu yanıtların soruları nerede? Hangi sorunun yanıtı bu elimizdekiler?” diye sormaya bile korkuyoruz.

Sanki hayatın normal akışı böyleymişçesine hiç merak etmeden, bağını sormadan elimize tutuşturulan yanıtlarla oyalandıkça asıl sorudan uzaklaşıyoruz.

Aslında biliyoruz; hayat “ben kimim veya neyim?” sorusuyla başlıyor.

Soru değişmese de yaş ilerledikçe yanıt değişebiliyor. Annenin uzantısı olmakla başlayan kendini tanıma çabası zaman içinde farklı yanıtlar üreterek kimlik arayışı halinde sürüp gidiyor. Başlangıçta birilerinin kızı veya oğlu şeklinde olan yanıtlar sonraları aynadaki ben, ailenin üyesi, sülalenin uzantısı, giderek mahalle, okul, sosyal topluluklar biçiminde bir sürü yeni yanıt üretse de hep bir şeyler eksik kalıyor. Her seferinde kendini yineleyerek hayat ile birlikte peşimizi bırakmayan “Kimim ben?” sorusu, sizden başka bir şey olmanızı isteyen, bekleyen ve hatta soruyu unutup önceden hazırlanmış yanıtlarla oyalayanlara inat hep bir yerden kendini gösteriyor.

Soruyu, elinizdeki yanıtlarla cevaplamaya kalktığınızda kim olmadığınızı anlatabiliyorsunuz da kim olduğunuz kısmı hep açıkta kalıyor. Bu nedenle içinde bulunduğunuz topluluğun parçası, modeli ve hatta topluluğun kendi olmanız dayatmasına karşın “ben kimim?” sorusu tehlikeli bir soru olarak görülüp hep kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.

Genellikle kimliği sorgulamak yerine kitlesel kimliğe sığınıveriyoruz. Anne babanın verdiği isimle hakkımızdaki beklentilerini dile getirmeleri, adımızla yaşamamızı istemeleri bile birilerini rahatsız ediyor. Okula başladığınızda isminizin önünde bir de numara ekliyorlar. Kendinizi tanıtmanız istendiğinde numaranızı, adınızı ve soyadınızı söylemeniz yeterli olması kimseyi rahatsız etmiyor. Sonuçta kendimizi tanımaktan çok başkalarının gözündeki kendimizi tanımlamanın kolaycılığına kaçıveriyoruz.

Üstelik okul bitse de kimlik numarasından kurtulamıyoruz. Kim olduğumuz sorulduğunda o anlamsız numarayı söylememiz yetiyor gibi görünse de bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyoruz. Ancak hayat üzerimize öyle bir çullanıyor ki; “Ben kimim?” sorusu sorulması anlamsız, gereksiz hatta tehlikeli kabul edilen sorulardan sayılıyor.

Sahi! Soru neydi?

O ilk soruyu yanıtlamayı bırakıp iyi kötü dayatılan kimliklerle ayaklarımız üstünde durmaya çalışırken bazılarımızın aklına bu kez “neredeyim, ne yapıyorum?” soruları takılıveriyor. Böyle “tehlikeli” sorulara kafa yormak yerine hazır yanıtlarla avunmamız bekleniyor. Yanıtlara uygun hazırlanmış sorular ile hasarsızca, suya sabuna dokunmadan geçip gitmek mümkünken birileri arıza çıkarıyor. Döneme uygun hayat şablonlarından birini üzerimize giyip oynadığımız rolün hakkını vererek kendimizi tanımadan öylece geçip gitmenin normal olduğu dayatılıyor. Dahası aradaki küçük kaçamaklarda “felekten çalınan bir gün veya gece” biçiminde adlandırılıp suç işlediğimizi kabullenmemiz bekleniyor.

Tüm bunlara rağmen “ben kimim, neredeyim, ne yapıyorum?” Diye ortaya çıkıp kendi yanıtlarını kovalayanları toplum düşmanı, bozguncu hain diye damgalamaktan uzak durmuyoruz. Bize asıl soruyu hatırlattıkları için aykırı olmakla suçlananlara eziyet edildiğini görsek de sesimizi çıkarmadan izlemekle yetiniyoruz. Ne de olsa bizim kavgamız değil diye düşünüyoruz. Hatta kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğine inanıyoruz. Çoğu kez seslerini kısmayı başarsak ve elimizdeki yanıtlarla avunmaya çalışsak da bir şeylerin yanlış olabileceği kuşkusu beynimizi kemirmeyi sürdürüyor.

Eline tutuşturulan oyuncağı ile yetinen çocuk gibi ses çıkarmadan istenilen biçimde yaşadıkça takdir alıyoruz. Oyuncağını bırakıp inatla kendi oyununu oynamaya çabalayan “yaramazlara” ise arızalı gözüyle bakıyoruz.

Bu arada ilerleyen yaş ile birlikte aynadaki görüntü de yaşlanıyor. “Ben kimim” Diye sormaya cesaret edemese bile hayata şaşkınlık, heyecan ve umutla bakan çocuğun bakışlarının günden güne solduğunu görüyoruz. Bunu bile yadırgamıyor böyle olması gerekiyor diye kendimizi ikna ediyoruz. Bazılarımız soruyu hatırlayıp aynadaki yaşlı görüntüsüne “ne işin var tanımadığın o bedenin içinde?” diye söylenirken bile “aman kimse duymasın, şimdi yanlış anlar, delirdiğimi düşünürler” endişesi ve suçluluk duygusuyla aynalardan kaçabiliyor.

Soru ise inatla ortalıkta öylece duruyor. Sahi, neydi soru?

Ben kimim sorusuna sıra dışı bir yanıt ile sözgelimi; kedi gibi miskin biriyim, hatta ev kedisiyim, kafesinden çıkmak isteyen özgür bir kuşum veya çocuk ruhlu bir ihtiyarım diyebilme cesaretini gösterenlere aklını yitirmiş gözüyle bakmak kolayımıza geliyor.

Kimse o soru sorulsun istemiyor.

Öyle sert bir soru ki kaçıp kurtulmak kolay olmuyor. Sorunun sorulmasının gerektiği zamanlarda bile sansürü bırakmıyoruz. Mezuniyetlerde andaç hazırlanırken fotoğrafınız ile birlikte kendinizi anlatan yazıları bile arkadaşlarımıza yazdırıyoruz. Nadir de olsa inat edip kendi andaç metnini kaleme almaya kalkışanlara arkadaş yoksunu, asosyal zavallı yaratıklar gözüyle bakıp kolayca dışlıyoruz.

“Kimim ben?” sorusundan yoksun, hazır yanıtlarla geçen koca bir ömür en baştaki soruyu unutturmuş gibi görünse de cenaze törenlerinde “rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” sorusu bile yine aynı konuya işaret ediyor. Kendi cenazesinde bile başkalarının onu nasıl bildiği soruluyor da “rahmetli kendini nasıl bilir, nasıl anlatırdı?” sorusu akla bile getirilmiyor.

İlk soruyu ıskalayıp ikinci soruya ortadan dalanların hali ise çok daha zor. “Neredeyim, ne yapıyorum?” sorusuna yanıt arayanlar başlangıçtaki kimlik sorusunu yanıtlamadıkları için tıkanıp kalıyorlar. Kendine anlatacağı kimliği olmadan hayatın anlamını kovalayan o insanların içinde de bohem hayat, gezgin yaşam, hayatı dolu yaşamak gibi yaftalarla uzaktan imrenilerek bakılan ve gittiği her yerde aslında kendini arayan birini görüyoruz.

Sizden beklenilen ve sunduğu kariyer olanakları ile normal kabul edilen hayatın içinde ne kadar yol almış olursanız olun biri önünüze çıkıp “tüm bunları bırak da bize kendini anlat. Kimsin ve ne yapmak istiyorsun?” Diye sorduğunda afallamak kaçınılmaz görünüyor. Elinizdeki yanıtlardan hiç birinin sorulan sorunun yanıtı olmadığını fark ettiğinizde rahatsızlığınız artıyor.

“Büyük çıkmaz akla gelip de sorulmayan sorularda, bazen insan içten içe düşünür hesaplar da, Ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız” dediği gibi şairin sorulmayan sorular olmadan kendi olamayacağını bildiği halde susup elindeki oyuncakla avunanların çoğunlukta olması gerçeği değiştirmiyor.

Kendini arayan, kendi oyununu ve ürettikleriyle kendi rengini ortaya koyan sanat ve bilim insanlarına biraz da bu nedenle sıra dışı yaratıklar gözüyle bakıyoruz. Kim olduğu sorusuna dürüstçe yanıt vermeye çabalayan, gizlemeden kendini ortaya koyan ve öldüklerinden sonra bile ürettikleriyle varlıklarını ortaya koyanlar ilk soruyla yüzleşmekten korkmadıkları için farklılar. Farklı oldukları ve hayatla korkmadan yüzleşebildikleri için mezar taşlarında adının önündeki unvanlar yerine kendilerini anlatan bir şeyler olmasını, hatta bir köy mezarlığında başucunda çınar ağacını bile yeterli görebiliyorlar.

Soru ise gözümüzün önünde öylece duruyor. “Ben kimim? Neredeyim? Ne yapıyorum?” Elindeki hazır yanıtları bırakıp soruya yönelme cesaretini gösterenler için yanıt, insandan insana farklı yaşlarda değişse bile ve yanıtlama çabası toplumca pek kabul görmese de birileri inatla kendi yanıtını üretmeye devam ediyor.

Hani denk gelir günün birinde onlardan biriyle karşılaşırsanız korkmayın. Gördüğü onca eziyete rağmen o da sizin gibi biri. Öyle zengin filan da değil. Elinde sizdeki kadar çok yanıt olmasa da onun için değerli, hem de çok değerli bir sorusu var.

O kadar.

Mehmet Uhri