Archive for Şubat, 2015

Kör Tapa

Cuma, Şubat 27th, 2015

fountain-80480_640

Hastanemize gözaltı işlemi öncesi muayenesi yapılmak üzere polis tarafından getirilmişti.
Uzun boylu iri yapılı yaşlıca biriydi. Ellerini önüne kavuşturmuş sessizce ayakta duruyordu. Muayene için soyunması istendiğinde bir süre direnmiş vücudundaki cop izlerinin görülmesini istememişti. Getiren polisler de adamı hırpaladıklarının farkındaydı. Getirilenin taşkınlık çıkarma olasılığı olduğunu ileri sürüp muayene sırasında yanında olmak için ısrar etmişlerdi. Hastamız da polislerle karakola geri gidecek olması nedeniyle vücudundaki izleri sorun etmeme eğilimindeydi. Yapılan detaylı muayenede bir taraf akciğerin söndüğü iki kaburgasının ve köprücük kemiğinin kırılmış olduğu görülüp yatış işlemi başlayınca polisler telaşlandı. Amirleri hayati risk olup olmadığını sorup yanımızdan ayrıldı.

Haziran çalkantılarının durulmaya başladığı sonbahar günlerindeydik. Gelen giden hastalardan gördüğümüz kadarıyla sokakta olan her türlü eylem polis tarafından şiddet uygulanarak bastırılmaya çalışıyor ve gözaltı için getirilenlerde benzer darp izlerine sıklıkla rastlıyorduk.

Ancak bu kez durum biraz farklıydı. Hastamızı konuşturamayınca polislere danışmayı uygun gördük. Kimi kimsesi, haber vermemiz gereken biri olup olmadığından başlayan muhabbet sırasında adamın gece vakti sokakta dolaşıp bulduğu her türlü çeşmeyi açık bıraktığını engellemek isteyenlere direndiğini, yine bir evin bahçesine girip açık bıraktığı çeşmenin başında oturup akan suya bakarken şikayet üzerine yanına gelen polislere direnmesi üzerine zor kullanıldığını öğrendik. Adam zilleri çalıp kaçan çocuklar gibi çeşmeleri açık bırakıp öylece akan suya bakıp bir başka çeşmeye yöneliyormuş. Bilgi almaya çalıştığımız polislerden biri hastamızın iri yapılı ve güçlü biri olduğu için zapt ederken biraz hırpalamak zorunda kaldıklarından söz ederken hafifçe gülümsedi.

Yaptıkları için anlayış bekliyor gibiydi.

Bu arada hemşire hanım hastamızın yatağında yatmak yerine odadaki sandalyeyi lavabonun başına çekip açık bıraktığı çeşmeden akan suyu izleyip kendi kendine bir şeyler mırıldandığından söz edip yardım istedi. Hastane güvenliğinden destek isteyip odaya girdiğimde gerçekten de hastamız gürül gürül akmakta olan çeşmeye bakıyordu. Sessizce yanına yaklaşıp çeşmeyi kapatmaya yeltendim. Bana bakıp kafasını hayır dercesine iki yana salladı. Çeşmeyi tümüyle kapatmayıp inceden akacak şekilde bıraktım. Kafasını kaldırıp bana baktı. Bakışlarında buz gibi bir ifade vardı. Solunum sıkıntısı çektiği için oturduğu yerde öne doğru eğilmiş bir eliyle kırık olan kaburgalarını tutuyor ağzından zorlanarak nefes almaya çalışıyordu. Güvenlik görevlilerini uzaklaştırıp yanındaki sandalyeye oturdum ve onunla birlikte akmakta olan çeşmeye bakmaya başladım. Bu arada hemşire hanım hastamızın iğnesini yapıp serum taktı. Yapılan tıbbi girişime direnmediğini görünce biraz rahatlamıştık. Polisler adamın direndiğinden söz etse de görünen o ki hastamız onlara şiddet uygulamamıştı. Akmakta olan çeşmeyi işaret edip “anlatmak ister misin?” diye sordum.

O ana kadar pek sesi çıkmayan hastamız doğrulup ayağa kalkmaya çalıştı ağrısı ve solunum sıkıntısı izin vermedi.

- Ne öğrenmek istiyorsunuz? Yaramazlık yapıp dayak yemiş çocuk gibi hissediyorum kendimi, utanıyorum.

- Görünen o ki; birkaç gün hastanedesiniz. Polisler size bulaşamaz artık, merak etmeyin. Kendinizi anlatmakla başlayabilirsiniz.

Cevap vermeden öylece çeşmeye ve akan suya bakmayı sürdürdü. Bir süre sonra kafasını kaldırmadan konuşmaya başladı.

- Ben deli değilim doktor bey. Herkesin hayatı gibi benim de sudan bir hayatım oldu. Akıp gidiverdi. Yalnız yaşıyorum. Bir zamanlar varlıklı biriydim. Şimdi kimsem kalmadı. Olanlar da uzaklaştı. Delirdiğimi düşünüyorlar. Haksız da sayılmazlar.

- Sahi bu çeşmeleri açık bırakıp akan suyu seyretme hikayesi nereden çıktı?

- Siz de delirmiş olduğunuzu düşünüyorsunuz sanırım. Hayat böyle bir şey işte… Sıra dışı bir şey olunca deli veya hasta yaftasını yiyorsun.

kt3Bir süre susup öylece çeşmeye bakmaya devam etti. Konuşmamızdan cesaret alıp musluğu biraz daha açıp akmakta olan suyun miktarını arttırdı. Hemşire hanım ise yalnız bırakmamak için odadan çıkmamıştı ama kapının kenarında ayakta duruyor bir sorun halinde sıvışmaya hazır halde bekliyordu. Bizimki ağrıyan göğüs kafesini bir eliyle tutup diğer elini akmakta olan suyun altına uzattı. Islanan elini alnına çenesine saçlarına götürüp tekrar suyun altına uzattı.

- Dedim ya bir zamanlar varlıklı biriydim. Hayatın başarılı olmaktan geçtiği, kazanmak, mal mülk edinmek kazandıklarını biriktirmek gerektiği öğretilmişti. Herkes gibi ben de öyle sanıyordum. Sonuna doğru anladım ki; su gibi bir şeydi hayat biriktirmek mümkün değildi. Akıp gitmeliydi.

- Siz ne yaptınız?

- Kazandıklarım ve edindiklerim üzerine bir hayat kurdum. Okudum, diplomalar edindim. Bilgim ve biraz da şansım sayesinde kurduğum iş iyi gitti, çok kazandım. Evlendim bir de kızım oldu. Daha da iyi kazanabilirdim. Bir kaza her şeyimi elimden aldı. Arabayı ben kullanıyor ve hızlı sürmekten zevk alıyordum. İkinci çocuğumuza hamile olan eşimi ve kızımı o kazada yitirdim. Bana ise bir ceza gibi bu hayatı yaşamak kaldı. Hep kazanan ve edindikleriyle yaşayan, kaybetmeye alışkın olmayan benim gibi biri için yaşadıklarım katlanılır gibi değildi.

Odada derin bir sessizlik oldu. Hemşire hanım ile birbirimize baktık. Bizimki bir süre susup elini suyun altından çekmeden konuşmayı sürdürdü.

- Hayatın sadece kazanılanlar veya edinilenlerden ibaret olmadığını anne ve babamı yitirdiğimde anlamam gerekirdi. Sorsalardı hayatın kazanmak ve başarılı olmaktan başka bir şey olmadığını söylerdim. İşim iyiydi ve çok çalışıyordum. Daha çok kazanma uğruna bir şeylerin yitip gitmekte olduğunun farkında değildim. Kazada ailemi yitirince geriye elimde kalanlara tutunmaya çalışıp hayatın yitirilenlerden ibaret olduğunu düşünmeye başladım. Onlardan kalan anı yüklü eşyaları fotoğrafları topladım. Hayatımı onlarla doldurmaya çalıştım. Ama yine olmadı. Hep bir şeyler eksik kaldı.

Kafasını kaldırıp kederli ve donuk bir yüzle bana baktı.

- O zaman sorsaydınız hayatın kazanılanlarla değil yitirilenlerle anlam kazandığını söylerdim size. Hep bir şeyler edinmek kazanmak uğruna çabalarken farkına varmadan yitip gidenlerin hayatın düpedüz kendisi olduğunu düşünmeye başlamıştım. İşi gücü bırakıp yitirdiklerimden geride kalanlara tutunmaya çabaladım. Evimi olduğu gibi bırakıp kendi özel müzeme dönüştürdüm. Ancak hayat akıp gidiyor onlardan geriye kalanları da alıp götürüyordu. Objeler yerinde dursa da anılar unutuluyordu.

- Sonra ne oldu? Şimdi farklı mı düşünüyorsunuz?

Eliyle akan suyu işaret edip bir gün deniz kenarındayken geçen geminin yarattığı dalga ile ıslandığını ve dalgaların onu denize içine çektiğini, akıntıya kapılmamak için tutunup zor da olsa sahile çıktığını, o günden sonra hayata bakışının değiştiğinden söz etti. Gerçekten bir şey anlamamış ve adamın iyice sıyırmış olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bakışlarımdan ne düşündüğümü anlamış olmalıydı.

- Biliyorum, anlaşılması zor. Delirmiş olduğumu düşündüğünüzden eminim. O gün anladım ki; hayat bu akan suya çok benziyordu. Ne kazandıklarımız ne de yitirdiklerimiz hayatı tam olarak anlamaya yetmiyordu. Su gibi akıp giden hayatın içinde bir görünüp bir kaybolan tutunmaya çalışan kuru yaprak parçacıklardan başka bir şey değildik. Hayatın önüne ne engel koyarsan koy akıp gidiyor ve içinde önünde ne varsa sürükleyip götürüyordu. Ama kimse bize bunu söylemiyor hep başka şeyler yapmamız öğütleniyordu. Yaşamayıp biriktirmek ve zamanında kullanabilmek için akan suya musluk taktığımız gibi hayatlarımıza da ket vuruyor yaşanacak onca şey varken hep bekliyorduk. Çoğumuzun hayatı bir kör tapa ardında akmadan bekleyen su gibi yaşanmadan öylece duruyor ve zamanla suyu çekilen çeşmeler gibi kuruyup gidiyordu. Benim yaptığım gibi duruma isyan edip tapayı musluğu atan bir an önce suyunu akıtıp tükenip gitmek isteyenler de olmuyor değildi. Ne yaparsak yapalım çok az insan hayatın çavlanında suyun üstünde kalabiliyordu. Hayatın gürül gürül akan ırmağında kazandıklarımızla sevinip yitirdiklerimizin acılarıyla kavruluyor bir görünüp kayboluveriyorduk. Bir araya gelip tutunmaya çalışsak da batıp çıkıp sürükleniyorduk.

- İyi de çeşmeleri neden açık bırakıyorsunuz?

- Kör tapaların ardında yaşanmayan hayatlara inat hayatın su gibi özgürce aktığını görmek bilmek, ona dokunmak delice bulabilirsiniz ama bana iyi geliyor. İsyanımı dile getiriyorum. Musluk veya kör tapa ile sınırladığımız hep ket vurup özenle koruduğumuz paylaşmaktan bile uzak durduğumuz yaşanmadan geçen üstelik normal kabul edilen bir hayat yerine suların özgürce aktığı köy çeşmeleri gibi bir hayatın çok daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hayat koca bir ırmak özgürce akıp gidiyor ve bizler de görünüp kaybolarak sürükleniyoruz, o kadar. Geriye coşkun akan su kitlesinden başka bir şey kalmıyor. Suyun akıp israf olduğuna da inanmam. Suyun bu dünyadan kaçıp gideceği yok döner dolaşır yağmur olur yine geri gelir. Hatta eşimin ve kızımın giden ruhları belki yağmurlarla geri dönüyordur umuduyla yağmurda ıslanmaktan da çekinmem. Burada yaptığım gibi açık bir musluğu seyretmek akan suyun hayatın içine karışmasını izlemek inanın iyi geliyor. Bırakın sular özgürce aksın, dolansın. Hepimizin hayatlarından geriye sudan başka bir şey kalmayacak ki?

cimg36691

Sözlerini tamamladıktan sonra gözümün içine baka baka musluğa uzanıp biraz daha açtı. Akan suyun sesi odayı kapladı. Hemşire hanım ile birlikte hastamızı odasında bırakıp çıktık. O gece ve hastanede kaldığı süre boyunca ara sıra engel olunsa da odasındaki çeşmeyi açık bırakmayı sürdürdü. Birkaç gün sonra taburcu olup geldiği gibi polis nezaretinde hastanemizi terk etti. Öğrendiğimize göre kendisini hırpalayan polislerden şikayetçi olmamıştı. Hastamızı bir daha görmedik. Polislere sorduk, onlardan da bilgi alamadık.

Aradan zaman geçti. Hastamızı unuttuğumu sanıyordum. Mesleki bir organizasyon nedeniyle bulunduğum Kütahya’da meydan çeşmelerinin hemen hepsinin musluksuz gürül gürül akmakta olduğunu görünce hastamızı ve o gece anlattıklarını hatırladım. Çeşmelerden birine yanaşıp yüzümü yıkadım, saçlarımı ıslattım. Bu arada meslektaşlarımdan biri suyun israf edildiğinden çeşmelerin boşa aktığından yakınıp diğerleri de bu sözlere onay verince “bırakın aksın, isteselerdi musluk takarlardı, bu onların seçimi” diye söylendim. Karşı çıkışımı anlamasalar da konuyu uzatmadılar. Onlar yürüyüp uzaklaşırken bir süre orada kalıp akan suyu seyrettim. Arkadaşlarım geride kalmamın nedenini sorunca bir yerlerde suyunu özgürce akıtan musluksuz çeşmelerin olduğunu bilmenin kendimi iyi hissettirdiğinden söz ettim.

Anladıklarını sanmıyorum.
Bu satırlar  birgün bir yerlerde  anlayan bulunur umuduyla kaleme alınmıştır.

Dr. Mehmet Uhri

Konu Neydi?

Çarşamba, Şubat 11th, 2015

karatahta

Havada asılı o soru ile karşılaşmasam belki de anlatacağım hiçbir şey olmayacaktı.

Öyle rüya filan değil güpegündüz çalışma ortamında havada öylece asılı duran ve herkesin başını çevirip geçtiği o soru ile yüzleşmekle başladı her şey. Mesleki pratiğin gerektirdiği sorunlar üzerine konuşulan samimi sayılabilecek bir toplantı ortamında içeri birinin girmesiyle kısa sessizlik oldu. İçeri giren “konu neydi?” diye sordu.

Soru öylece ortada kalıverdi.

Yanıt vermeye kalkıldığında aslında dönüp dolaşıp aynı konuların konuşulduğu ve giderek egoların yarıştığı anlamsız bir zaman yitirme içinde olunduğu ile yüzleşmek kaçınılmazdı. Soruyu yanıtlamak yerine sanki böyle bir soru hiç sorulmamış gibi kısır tartışmanın sürdüğüne şahit oldum. Gelen kişi de bir biçimde konuya müdahil olup söyleşiyi sürdürürken “Konu neydi?” sorusu öylece havada asılı kaldı ve peşimi bırakmadı.

Sahi, konu neydi?

Bunca laf, söz, kavram ve fikir arasında çoğumuzun uzak durmaya çalıştığı şu soru geldi yakama yapıştı.

Konu neydi?

Yanıtı biliyorduk. Aslında sen, ben, biz hepimizdik, konu. Başka bir şey de değildi. Sonra ne olduysa konu olmaktan çıkıvermiş, başka bir şey olmuştuk. Hatırlayın küçüklüğünüzde konu sizdiniz. Ev ortamında olumlu veya olumsuz da olsa konu size gelir, herkes sizi konuşur, anlatırdı. Kimi gün evin neşesi, kimi gün yaramazı, hastalığı veya sağlığı ile konu hep sizdiniz.

Evdeki hayatın düpedüz kendisiydiniz.

Bir adım büyüyüp sokağa döküldüğünüzde de konu yine sizdiniz. Arkadaşlarınızla birlikte biz oluverdiniz. Ama konu değişmemişti. Herkes yine sizden söz ediyordu.

Sonra okula başladınız tahtaya önce dersin adı sonra “Konu” yazılınca anladınız ki artık konu siz değildiniz. Kimse konu değildi. Çoğunluk durumu kabullenip yelkenleri indirirken birileri öyle veya böyle konu olarak kalmayı sürdürmek için direndi. Kimi çalışkanlığı ve okul başarısıyla kimi de haylazlığı veya haytalığı ile konu oldu. Arada kalanlar ise konu olmaktan çoktan uzaklaşmıştı.

İlköğretim yıllarında herhangi bir derse girip bir öğrenciye “Konu neydi?” diye sorulduğunda çoğunun utana sıkıla tahtada yazan konuyu söylediğini veya ürkmüş halde boynunu büküp sustuğunu görürsünüz. “Konu benim öğretmenim. Benim burada aldığım ve alacaklarımdır” diyen çıkmadığı gibi böyle bir yanıt kimsenin aklına bile gelmez.

Asıl konu olmaktan vazgeçip onun bunun konusuyla avunmayı okul öğretimine borçluyuz. Kolay olmuyor böylesi bir dönüşüme alışmak.

Okuldan eve dönünce konu yine siz oluverir mutlu olursunuz, okula gitmek istemez ama bunu bir türlü dile getiremezsiniz. Haftanın tatil günleri ile avunursunuz. Hava şartları nedeniyle okulların tatil olduğunu duyunca içinizdeki isyanın sevinç olarak dışa vurduğunu görürsünüz. Sizle birlikte herkes görür. Okulların kar nedeniyle tatil olması müjdeli bir haber gibi ortalığa saçılır.

Aslında konu başlangıcından beri sizdiniz ama elinizden alınmıştı. Yine elinizden almayı başarırlar. Kar tatili nedeniyle kendinizin konu olduğu evde kalmaktan söz etmek yerine hava şartları nedeniyle öğretime ara verilmesi konuşulur da kimse sizden söz etmez. Konuyu sizden alır öğretime getirirler. Halbuki sizdiniz konu.

Başka bir şey de değildi.

Yaşınız ilerledikçe delikanlılık yılları başlar. Evde de konu değişir. Artık sizden pek söz edilmediğini başka şeylerin konuşulduğunu duyarsınız. Konu olmak, konuşulmak da istemez olursunuz. Bazen araya girip “Ne konuşuluyor?” diye sorsanız çoğu kes suskunluk veya “Seni ilgilendirmez” gibi yanıtlar alırsınız.

Farkında olmadan elinizdeki son kale de düşmüştür.

Zamanla vaz geçer “Konu neydi?” diye sorulsun istemezsiniz.

Büyürsünüz. Meslek sahibi olursunuz. Soranlara mesleğinizi, yaptığınız işi, inceliklerini, soru ve sorunlarını geleceğe yönelik beklentilerinizi anlatırsınız. Onca söylem arasında sıra hiçbir zaman size gelmez. İçinizdekinin ne istediği, mutlu olup olmadığı hiç sorulmaz, konuşulmaz.

Delikanlılığın ateşli yıllarında konudan uzaklaşmış olmanın kendi olamamanın sıkıntısını hissedenler bir araya gelip biz olmaya çalışır birlikte eyleme koyulurlar. İdealleri ve hedefleri ortaklaştırıp “konu biziz, biz ve bizim isteklerimiz. Bunun dışındaki konularla ilgilenmiyoruz” diye ortaya çıkarlar. İş yine çok zordur. Hedefler hep uzakta yollar engellerle doludur. Vazgeçenler olsa da biz olmak, bir şekilde konu olmak iyi gelir.

Kendi olamasa da “biz” olmayı seçenler marjinal veya aykırı diye dışlansalar da kolay teslim olmazlar. Hatta bilenirler, iyi gelir.

Sonra yorulursunuz. Bir de karşı cinsten hayat arkadaşı çıkar karşınıza. Farklılıklar olsa da iki kişi bir araya gelip biz olmak kolaydır. Üstelik baş başa kaldığınızda birlikte hissettikleriniz, coşkunuz, paylaştıklarınız ve sevginiz asıl konuyu size tekrar yaşatır, mutlu olursunuz. Ancak yine rahat bırakmaz her taraftan çekiştirirler. Susturmak için oyunu kuralına göre oynamak zorunda kalırsınız.

Bir günlüğüne de olsa konunun siz olmanıza izin verildiğini zannetseniz de evlenirken bile konu siz değil toplumdur, evlilik kurumudur. Başınızı eğip dünya evine girmeniz istenir. Evlenme töreninde biri çıkıp yüksek sesle “konu nedir?” diye sorsa herkes nikahın kerametinden söz eder. O gün başınız eğilmiştir bir kere “konu biziz” diyebilenimiz azdır. Bu kez kara tahtanın köşesinde konu sözcüğünün karşısında “evlilik” yazıyor gibidir. Hep evlenmeden ve evlilik kurumundan konuşulur.

gorkem2-d515-211b-4e20

İstenen kıvama gelip asıl konuyu unuttuğunuzda ise elinize çocuğu tutuşturuverirler.

Artık evde başka bir konu vardır. Konu hep o çocuk etrafında döner.

İyiden iyiye kendinizden uzaklaşırsınız. Biz olup konu kalmak yerine her anne veya baba gibi başkalarının konularına malzeme olursunuz. İçinizdeki o küçük çocuk ara sıra başkaldırıp kendini hatırlatmak istediğinde hobilerinizden öteye gidemezsiniz.

O çocuk yine konu olacağı, istek ve beklentilerinin dinleneceğini umarak yaşasa da konu nedir diye sorulduğunda “Konu benim” demenin utanılacak bir durum olduğunu öğretmişlerdir. Çoğumuz içimizde öylece boynu bükük sabırla kendi olacağı günü bekleyen çocukla birlikte yaşarız.

Zaman geçer içiniz çürür yaşlanırsınız. “Konu nedir” diye sormayı çoktan unutmuş ortalığa saçılmış konular üzerine saatlerce konuşabilen ama kendini hiç anlatmayan birbirine çok benzeyenlerden biri olur çıkarsınız.

Egolar sürtünürken ara sıra kendinizi hatırlasanız da ıslah olsun diye içeriye kilitlediğiniz o çocuk artık ortalıkta yoktur. Kilit açık olsa bile o çocuğun içeriden çıkmaya niyeti olmadığıyla yüzleşmek yerine başka şeylerden konuşup avunmayı seçersiniz. Gözünüzü meşgul eden televizyon programlarına, sosyal medyaya aval aval bakınıp, alışveriş kültürünün hercailiğine sığınır, aynalardan uzak durursunuz.

Çocukluk arkadaşlarınızdan biri ile karşılaştığınızda bir hatırlama veya hatırlatma gayretiyle gözünün içine bakıp “Konu neydi?” diye sorarsanız sessizlik ve boş bakışlar sonrası “Konuyu boş ver sorun nedir?” diye gelen yanıt ile yine gündeme dair kaçacak yer ararsınız.

Hafızanız zorlanmaya başladığında ise elinizde kalan soru “Kimdi veya neydi?” den öte değildir. Arkadaşlarınız bir bir eksilmeye başlar. Hepsinin cenazesine katılmaya çalışır helalleşmek istersiniz. Helalleşmek istediğiniz aslında kendinizdir. İçeride kilitli bırakıp unuttuğunuz istediği oyuna hiç başlayamamış o çocuğun sizi affetmediğini kendinize bile itiraf edemezsiniz.

Bunca yaşanana karşın hiç olmazsa öldüğünüz gün “Konu nedir?” diye sorulduğunda kendiniz olacağınızı sanırsınız.

Cenazenizin başına toplananlara “Konu nedir?” diye sorulduğunda belki adınızı zikrederler ama gerçekte konu ölümünüz değil ölümün kendidir. Herkes biraz da ölümün soğuk yüzünü görüp hayatta olduğuna şükretmek için oradadır.

Ama bunu dillendirmek bile biraz kendi olmayı gerektirir ve kendi olmak en büyük günahtır. Son görev ve taziye sözleriyle diğer cenazeler gibi paketlenip geçer gidersiniz.

Ardınızda kalanların sizden söz ederken iyi olduğunuz yanları abartacağını bilseniz de yetmez.

Yaptığınız iyi işler arasında yine konu başka yerlere kayar. Tüm değer ve kavramları bırakıp içerideki insani özünüze yönelik konuşmaya çabalayan birileri çıksa da kimse anlamaya çabalamaz.

Zordur öylesi bir yüzleşme.

Sadece var olduğunuz, hayatta olup nefes alıp verdiğiniz, birilerinin çocuğu, bir topluluğun bireyi olarak başka şeyler, sözler, sesler, kavramlar ve önemsiz konular ile oyalanıp geçen kocaman bir ömre bakarken havada asılı kalan tokat gibi soruyla karşılaşırsınız.

“Sahi, konu neydi?”

Soru havada asılıdır. Başınızı çevirip gitmek en iyisi gibi gelir.

Ancak içinizde unuttuğunuz çocuk elini uzatıp o soruya tutunur, yanınızda götürdüğünüzü fark edersiniz. Yıllar önce içinizde kilitli bırakıp unuttuğunuz o çocuktan geriye ne kaldıysa rüyalarınıza üfler. Uyandığınızda gördüğünüz rüyayı zorlasanız hatırlayacak gibi olsanız da yüzleşmek zor gelir. Etkilendiğiniz bir rüya gördüğünüzü anlatmaktan öteye gidemezsiniz. “Rüyanın konusu neydi?” diye soranlara yanıt verirken içerideki o çocuğun feryadı ağzınızdan çıkacak diye korkar ürperirsiniz. Kilit altında bıraktığınız sabırla beklemesini söylediğiniz o çocuk ile yüzleşmeye cesaretiniz olmadığını fark edip  “hatırlamıyorum” der geçiştirirsiniz.

Gittiğiniz her yerde havada asılı duran sahibini bekleyen o soruyu görmeye başlarsınız. Sahi konu neydi?

a839db4b63c3a5d62f457b124f2cc47dGirdiğiniz ortamlarda konu diye konuşulanlara bakarsınız. Herkes son derece ciddi bir iş yapıyormuş gibi hayattan konuşuyordur. Yüksek sesle “Konu neydi?” diye sorduğunuzda rahatsız olur dalga geçtiğinizi düşünürler. Koca bir hayat “Konu neydi?” sorusuna yanıt bile olamadan geçer gider.

İçinizde bir şeyler kaldıysa günün birinde havada asılı kalan “Konu neydi?” sorularından biriyle karşılaşırsınız.

Konu sensin, benim, biziz diye başlayan bir cümle kurabilirseniz içerideki çocuğun elini tutmuş olursunuz.

İçinizdeki küçük prensle yolculuğa çıkar kendiniz olursunuz. Ne korku, ne kaygı, ne de başkalarının hükmü veya yüzü umurunuzda olmaz. İnsani özden konuşur, gereksiz konulara güler geçersiniz. Bu halinizden rahatsız olup konuyu değiştirmeye çabalayanlara nanik yapıp uçurtmanızı uçurursunuz. Birilerinin rahatsız olacağını bile bile kara tahtanın köşesindeki konu yerine kendinizi yazarsınız. Düşündüğünüz gibi yaşarsınız. Bir şey olmaz korkmayın.

Don Kişot’a benzetseler de vade dolup günü geldiğinde yine iyi insandı derler.

İyi insan…

Eh, daha ne olsun?

Mehmet Uhri