Archive for Kasım, 2012

Monet’nin Işığında

Cumartesi, Kasım 17th, 2012

Sakıp Sabancı müzesinde Ekim ayı içinde açılan ve 6 Ocak 2013′e kadar sürecek Claude Monet (1840 ? 1926) sergisi ile İstanbul, izlenimcilik akımının öncüsü Fransız ressamın eserlerine ev sahipliği yapıyor.

Resimde izlenimcilik akımı 19. Yüzyılın ikinci yarısında ressamların stüdyo ortamını terk ederek ışığın, özellikle gün boyu değişen ışığın izinin sürüldüğü, ışığın ve görüntünün ressam üzerinde oluşturduğu etkilerin resmedildiği yeni sanat anlayışını ifade ediyor. İsim babası ise bir sanat eleştirmeni olan Louis Leroy. Claude Monet?nin Le Havre limanında gün doğumunu resmettiği ?İzlenim: Gün Doğumu? (impresyon: soleil levant) isimli tablosuna gönderme yapan Louis Leroy benzer resimler yapan dönemin ressamlarını biraz da aşağılamak amacıyla izlenimciler olarak tanımlıyor ve akım ismini Monet’in bu tablosundan alıyor.

impression-sunriseİzlenimcilik akımının Paris?te doğması ve başladığı dönem de rastlantı değil. 19. yüzyıl, buhar gücünün kullanımı, demirin işlenmesi ve makineleşme ile hız kazanan sanayi devriminin insanları değiştirip dönüştürdüğü, kırsal nüfusun sanayileşmenin doğurduğu iş gücü açığını karşılamak için kentlere aktığı, başta Paris olmak üzere kentlerin yıkılıp modern formlara göre yeniden inşa edildiği bir dönem. Gelişen sanayi toplumu ile birlikte insanların doğadan uzaklaşıp büyük fabrika ve işletmelere kapandığı modern Avrupa’nın simgesi haline dönüşen Paris?te yaşayan ressamlar bilinen form ve normların ötesine geçip bir tür sessiz protestoya başlarlar. Stüdyoları terk edip doğaya geri dönüşü simgeleyen sessiz başkaldırının ortaya çıkması için Paris gereken ortamı ve şartları fazlasıyla sunmaktadır. Halk direnişinin simgesi Paris komunu yenilmiş, halk iktidarı sona ermiş, III. Napoleon ile imparatorluk geri dönmüştür.

İzlenimci ressamlarla aynı dönemde orta Avrupa’da yaşamış olan Franz Kafka, sanayileşme ile ortaya çıkan ?modern? yeni toplumun insanı doğasından ve kendinden uzaklaştırıp başka bir şeye, böceğe dönüştürebildiğini, bu durumun insana nasıl kabul ettirildiğini, devletin nasıl buharlaşabildiğini, korkular kaygılar üzerine nasıl ezici bir hukuk sistemi inşa edilebileceğini ifade eden eserler kaleme alırken Parisli ressamlar sessiz başkaldırılarını resimlerine yansıtmıştır. Pissaro ile başlayan ve Manet, Degas, Cezanne, Monet, Renoir ve Caillebotte ile devam eden izlenimcilik akımı modernleşme ve sanayileşme ile doğadan uzaklaştırılıp dayatılan form ve normlara tıkılan ?modern? yaşam tarzına sessiz bir isyan olarak gün yüzüne çıkar. Ressamlar kapalı ortamlarda kurgusal olarak aydınlatılmış obje ve şahısları resmetmek yerine doğaya açılıp, ışığın gün içinde değişimi ile birlikte meydana gelen hareketliliği ve etkilerini özgürce tuvallerine aktarma çabasına düşerler. İzlenimcilik moderniteye sessiz bir başkaldırı olarak şekillenir.

monet-1Yaşadıkları dönemde ağır eleştiriler alsalar, eserleri sanatsal sapkınlık olarak yorumlansa ve değil satmak, eserlerini sergilemek için mekan bulamasalar da pes etmezler. Modernleşmenin getirdiği doğadan uzaklaşmaya insani değerlerin yitimine fabrikasyon sanat üretimine sessiz karşı çıkış olarak başlayan akım 19. Yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurur ve akımın öncülüğünü yapmak Claude Monet?ye düşer. Monet hayatının önemli bir kısmını geçirdiği Paris yakınlarındaki Gverny kasabasında yerleştiği ev ve görkemli çiçek bahçesinde gün ışığı ile değişim gösteren ?ot yığınları? ile başladığı resimler dizisini ?zambaklar? ve ?nilüferler? dizileri ile sürdürür. Doğayı ve ışığın doğa üzerindeki dönüştürücü etkisini resimlerine aktararak insanın doğa ile olan bağlarına dikkat çekmeye çabaladığı eserleri ile kendinden sonra gelen ressamlara da öncülük eder. Başlangıçta aşağılanan, yeteneksizlik olarak tanımlanan ve hor görülen izlenimcilerin eserleri Picasso, Kandinskiy gibi ressamların öncülüğünü yaptığı kübizm ekspresyonizm ve sürrealizm gibi akımların ortaya çıkmasıyla anlam kazanıp sanat tarihi içinde değerini bulur. Monet?nin ilerleyen yaşı ile birlikte artan katarakt sorunu yüzünden ışığını yitiren görsel dünyası bir resimden diğerine ışığı azalan nilüferler olarak resimlerine yansır.

monet-2İzlenimciliğin bu değerli ressamının gözünden ışığı ve doğayı izlemek, Avrupa modernizminin başkentinden doğan sessiz protestoya tanıklık etmek için SSM müzesindeki sergiyi 6 Ocak 2013′e kadar gezebilirsiniz.

Mehmet Uhri

Peç’in Son Bıçakçısı

Perşembe, Kasım 15th, 2012

pec-7-1

Bizimki bu sabah dükkânı her zamankinden de erken açtı. Suratı asık, yine bir şeylere söyleniyor. İşler gün gün azaldığı için hep sıkıntılı. Dün birkaç bıçak biledi, bir bıçağın kabzasını değiştirdi ama hiç bıçak satamadı. Bu gün Peç şehrinin Cumartesi günleri kurulan pazarına güveniyor ama çarşı eski canlılığında değil. Pazar caddesi kalabalıklaştıkça vitrine bakan da çoğalıyor ama henüz içeri girip bıçaklarla ilgilenen olmadı. Kahvaltı da etmedi. İki gündür şu sivri uçlu bıçağa meşe ağacından sap uydurmakla uğraşıyor. Halinden buralı olmadığı anlaşılan biri dükkâna girip bakındı, el yapımı bıçaklara baktıktan sonra duvarda asılı plastik saplı fabrikasyon bıçakların fiyatını sordu. Satın almadan çıkıp gitti. Bizimkinin tadı iyice kaçtı.

pec-6

O, Kosova Peç (İpek) şehrinin kalan son bıçak ustasıdır. Baba mesleğini küçücük dükkânda sürdürmeye, el yapımı bıçak üretmeye uğraşıyor. Plastik saplı kullanılıp atılan bıçaklar çıktığından beri kimse el yapımı pahalı bıçakların yüzüne bakmıyor. Kazanç olmayınca yanına çırak da alamıyor. Hoş, bıçak yapmayı öğrensin diye çocuğunu çırak vermeye heves eden aile de kalmadı.

Bizler onun elinin ürünü özel yapım bıçaklarız. Küçük farklılıklarımız yüzünden hiç birimiz diğerine tam olarak benzemeyiz. Sapımızda kullanılan ağaç veya kemiğin rengi biçimi kalınlığı ya da kullanılan çeliğin kalınlığı küçük farklılıklar gösterir. Bizleri o plastik saplı ucuz bıçaklardan ayıran ve özel kılan da aslında bu küçük farklılıklardır.

pec-1

Gelen müşterilerden biri el yapımı olanlarımıza baktı. Birini gözüne kestirip fiyatını sordu. Sonra elini cebine atıp parasını saydı. Fiyat çok gelince sarı plastik saplı ucuz bıçaklardan birini alıp gitti. Gözüne kestirip incelediği bıçak tezgâh üstünde kalmıştı. Bizimki eline alıp keskin ağzını başparmağı ile kontrol etti. Sonra özenle diğerlerinin yanına yerleştirdi.

soyturk-donmezAslında uzun süre o ucuz fabrikasyon bıçakları dükkânına sokmamış, rekabet edemeyip tamir ve bileme dışında satış olmasa bile inatla direnmişti. Bir esnaf arkadaşı “plastik saplı ucuz olanları bu yaptığın el işi bıçakların yanı koy da millet aradaki kalite farkını anlasın. Bıçak işte hepsi aynı işi görüyor deyip geçmesin” diye ikna edip fabrikasyon üretim bıçak bırakmasa doğrusu dükkâna sokacağı da yoktu. Diğerleri ile birlikte satmaya başlamasıyla ucuz bıçakların talep görüyor olmasına içerlese de kazancını dengeleme fırsatını geri çevirememişti.

Kosova zaten fakir bir ülkeydi. Genç nüfusun büyük kısmı işsizlik yüzünden Avrupa’ya göç ediyor ülke için için kuruyordu. Yugoslavya bölünürken yaşanan savaş sırasında özellikle varlıklı nüfus ülkeyi terk etmiş fakirlik paylaşılamaz hale gelmişti.

Savaş sırasında herkesin yaptığını yapıp bizimki de gelecek beklentilerini öteleyip günü kurtarmaya çabaladı. Savaştan uzak durdu. Kendini dış dünyaya kapayıp elindeki malzemeyle her gün bir bıçak üretip kenara koymaya çabaladı. Ne Sırplar ne de kendi insanları için savaşta kullanılacak bıçak yapmadı. Bunun için onu dövdüler, Sırplar dükkânı yağmaladı ama o kendinden istenen boyut ve özellikte kama veya kasatura benzeri bıçak yapmadı. Savaşa taraf olmadığı ve savaşta kullanılabilecek özellikle bıçak yapmadığı için kendi insanları tarafından da dışlandı. Vatan haini bile diyenler oldu. Zor günlerdi. Yine de oyunu kendi istediği gibi oynama konusunda direndi.

O Peç’in son bıçakçısıydı.

Babasından öğrendiği gibi her biri özenle yapılmış bıçaklar üretir, eskileri tamir eder, sap değiştirirdi. Ağız açma ve bilemede üstüne yoktur. Çarşı esnafı onu iyi tanır. Dik başlı ve biraz cins adam olarak bilseler de bizimkinin umuru değildi. Savaş sırasında mahallenin delikanlıları dükkâna gelip savaşacak silah bulamadıklarını söyleyip yardım istemişlerdi. O ise onları karşısına alıp ikna etmeye, savaştan uzak tutmaya çabaladı. El yapımı bıçaklardan birini eline alıp; delikanlılık ve vatanseverlik adı altında şiddete yönelen insanların kesmeye başladıktan sonra nerede duracağını bilemeyen bıçaklara benzediğini hem kendine hem kullanana zarar verebileceğini anlatmış ama ikna edememişti. Delikanlılar onu dinlemedi, bildiklerini okuyup çoğu erken yaşta savaşta kaybedildi. Kalanlar ise yaşadıklarının etkisiyle hayata tutunmaktan vazgeçip yarı ölü halde ortalıkta kalıverdiler.

Ürettiği bıçaklara benzetirdi insanları, hepsi emek ve sabır isterdi. Bıçak dediğin kesmeye yarayan bir alet olmaktan önce kullanana zarar vermemeli ve olabildiğince dayanıklı olmalıydı. Ona göre ilk bakışta önemsiz görünen kabzanın bıçağa denge vermek gibi önemli bir işlevi vardı. Bıçağın eni artıp kalınlaştıkça, artan ağırlığı dengelemek için kabzanın ele iyi oturması ve keserken yanlışa engel olması gerektiğini her bıçağın kabzasının o yüzden ufak farklılıklar gösterdiğini anlatmıştı.

“İnsanlar… İnsanlar da bu bıçaklar gibi. Yeri geldiğinde kesmesini, iş görmesini hepsi bilir. Ancak, dengesi için özenilmemişse önce yakınlarına sonra kendine zarar verir. İnsanları da fabrikasyon üretim plastik saplı, dayanıksız ve dengesiz bıçaklar gibi olsunlar kısa sürede kırılıp dökülüp yitip gitsinler diye ortalığa saçarsan işte böyle hem kendilerine hem çevrelerine zarar verirler” diyerek yandaki demircinin oğlunu savaştan uzak tutmaya çabalamıştı. Birileri savaşırken geride kalanlar için de birilerinin çalışması gerektiğini söyleyerek ikna edip delikanlının kendini ezik hissetmesi pahasına hayatını mahvetmesine izin vermemişti. Savaştan sonra ülkesi için kendini feda eden genç Kosovalılar için dikilen heykelleri gördükçe “genç yaşta göçüp giden gariplerin heykellerini bile o plastik saplı bıçaklar gibi plastikten yaptılar. Hiç utanmadılar” diye söylendiğini çok duyduk.

pec-8

Ülkede savaş yaşandı ve şimdilik bitti. Külleri bir süre daha tütecek, yitip giden gençler anısına plastik benzeri malzemeden dikilen heykeller kısa sürede aşınacak ve unutulacak gibi görünse de Kosova’da hayat devam ediyor. Peç’in son bıçakçısı yine el yapımı bıçakları ile hayata kendince anlam katmayı sürdürecek. Fabrikasyon üretim, kullanılıp atılan ucuzları ortalığa döküldükçe insanlar gibi gördüğü işten öte hiçbir bıçağın değeri kalmayacak. Peç’in son bıçaksının el ürünü olan bizlerin anlamı da zamanla unutulacak. Hayat yine kendi sıradanlığını dayatıp direnen pek çok insana yaptığı gibi bizleri gözden düşürecek. Tüm bunları bile bile, her gün suratını assa da bizimki eli erdiği, ömrü yettiğince üretmeye devam edecek.

O, Peç’in son bıçakçısı.

Her neyse bir gün daha sona erdi ve yine doğru dürüst satış olmadı. Hava kararınca önce saatine sonra çekmecedeki bir avuç paraya baktı. Çıkmadan bizlere, kendi el ürünü bıçaklara göz attı. Biran için bile olsa yüzü aydınlandı. Sonra…

Sonra Peç’in son bıçakçısı dükkânı kapatıp çıktı.

Mehmet Uhri

Denizini Yitiren Gemi

Pazartesi, Kasım 5th, 2012

denizini-ararken

Hastamız açık deniz kaptanlığından emekliydi.
Hayatı denizlerde geçmişti. Neredeyse tüm günü hasta odasında geçiriyor dışarı çıkmıyordu. Gazetelere ilgi göstermiyor, başucundaki kitaplarla oyalanıyordu.
Ara sıra küçük bir deftere notlar aldığını görüyorduk. İlerlemiş yaşın verdiği eklem rahatsızlıklarına ek olarak geçici bilinç ve hafıza kaybı atakları yaşıyordu.

Hastalığı üzerinde incelemelerimiz sürüyordu. Gelen gideni azdı. Ara sıra uğrayan oğullarına da aksilik ediyor, biran an önce göndermeye çabalıyordu.

Nöbetçi olduğum bir gece servis hemşiresi yağmur ve soğuğa rağmen hastamızın balkon korkuluklarına dayanmış halde ayakta öylece durduğunu söyleyip yardım istedi.
Gece sessizliğinin çöktüğü serviste sıkıntı yaşanmasını istemiyordum. Usulca balkona çıkıp korkuluğun diğer ucundan onun yaptığı gibi uzaklara bakmaya başladım. Göz göze geldiğimizde gülümsedim. Beni görünce şaşırdı.

- Sizin de mi uykunuz kaçtı, doktor bey?

- Bazen böyle oluyor. Yorgun olsanız da gün içinde yaşadıklarınız kafanızdaki bilgisayarı kapatmanıza engel oluyor.  Sizin yaptığınız gibi dışarı çıkıp biraz hava almak iyi geliyor.

- Eskiden iyi gelirdi. Şimdi o da fayda etmiyor.

“Çattık” diyordum içimden.

Hafıza kaybı gibi bir atak geçirmiyor olsa da intihar etmeye niyeti olup olmadığından emin olmadığım gibi kaygılarım giderek artıyordu.
Korkuluktan biraz uzaklaşmasını isteyince dudağının kenarında hafif bir gülümseme belirdi. Yarım adım geri çekilip uzaklara bakmayı sürdürerek konuşmasına devam etti.

- Geceleri uyku tutmayınca balkona çıkıp böyle dışarıya bakınıyorum. Burası benim emektar geminin kaptan köşküne benziyor, unuttuğumu sandığım pek çok şeyi hatırlamama yardımcı oluyor. Korkmayın intihar edecek filan değilim. O cesareti hiçbir zaman kendimde bulamadım.  Buradan nasıl kurtulacağımın hesaplarını yapıyorum.

- Biliyorsunuz, sizi zorla alıkoymuyoruz.  Hastalığınızı tanılayıp tedavinizi düzenledikten sonra sizi burada tutmayacağız. Kişisel geminizin kaptanı olarak yolunuza devam edebileceksiniz. Biraz sabırlı olun.

Bu sözlere yanıt vermek yerine tekrar korkuluklara yaklaştı. Koluna girip havanın hayli soğuk olduğunu üşütmemesi gerektiğini vurgulayarak odamda sıcak bir şey içmeyi önerdim. İtiraz etmedi.

Kahveleri hazırlarken duvardaki mantar panoda asılı küçük notları inceledi. Oturmaya niyeti yok gibiydi. Karşı duvarda bir ilaç firmasının hediyesi olan ve çölde karaya oturmuş yelkenli geminin resmedildiği reprodüksiyona uzun uzun bakıp “Her geminin kaderi bir gün parça ya da bütün böyle karaya oturmaktır” dedi. Sonra gözlerini resimden ayırmadan sürdürdü sözlerini;

- İnsanları da gemilere benzetirim. Hayatın rüzgarıyla yelkenlerini şişirip oradan oraya savrulup hırpalanıyorlar. Onun bunun yükünü taşıyanımız çok olsa da arada kendini gezdirenimiz de çıkıyor. Kimi ise garaj arabası gibi limanda bekliyor ara sıra sığ sularda geziyor, açık denizi görmeden, zorluklarını yaşamadan ömrünü tamamlıyor. Sonra günün birinde bu resimdeki gemi gibi altındaki sular çekiliyor karaya oturuveriyorsun. Rüzgar yelkenlerini doldurup ittirse de ilerleyemiyorsun.

- Yok mu bunun çaresi?

- Vardır elbet diye düşünüyor, çarenin tükenmiş olacağına inanmıyorsun. Hayatın rüzgarının bir gün daha kuvvetli esip seni ve gemini tekrar sulara kavuşturacağını umut ediyorsun. Bir zamanlar gitmeyi isteyip hep ertelediğin limanlara ulaşacağına inanıyor, bekliyorsun. Hayatın devam ettiği senin ise yolda kaldığın fikrini aklından geçirmek istemiyorsun. Hayatın rüzgarına kolaylık olsun diye önce yükünü hafifletmeye çabalıyorsun. Seni varlıklı kılan ama böyle bir durumda yük olmaktan başka işe yaramayan ne varsa vazgeçip atıveriyorsun.  Para kazanma telaşıyla işine gücüne ayırdığın zamanı kendine ayırmaya başlıyorsun.

- Sonra?

- Sonrasında attığın yük gemiyi azıcık sallasa da hareket ettirmeye yetmiyor. Umutlanıyorsun. Sıra seninle birlikte yolculuk edenlerle vedalaşmaya geliyor. Sevdiklerin ve sevenlerini de gemiden tek tek göndermeye başlıyor, iyice yalnızlaşıyorsun. Varın yoğun, işin gücün karaya oturmuş gemiyi yüzdürmeye çabalamak oluyor. Üstünü çizdiğin, safra olarak görüp terk ettiğin insanlar arasında sıra en yakınlarına gelince çektiğin acı artıyor. Bu resimdeki gibi altındaki suyu çekilmiş, karaya oturmuş geminin bir yere gidemeyeceğini bile bile yelkenler rüzgarla şiştikçe umutlanmak istiyorsun. Çevrendekileri uzaklaştırdığın için seni teselli edecek insan da bulamıyor unutmayı seçiyorsun. Unutmak için içki içenlerden değilim ama yaşadığım hafıza kayıplarını biraz da buna bağlıyorum. Bir süreliğine bile olsa unutmak iyi geliyor.

img_0125Kahvesini içerken başını öne eğdi. Kahvesini karıştırıyor gibi yaptı. Düşünceliydi. Ara sıra başını kaldırıp duvardaki resme bakıyor sonra yine öne eğiyordu.
“Böyle gitmeyeceğinin de farkındasınız sanırım” diye üsteledim.

Gözünü kahvesinden ayırmadan bir süre düşündü sonra bana baktı. Gözlerinden pişmanlık akıyordu.

- Az önce balkona çıktığımda ben de kafamda bunu tartıyordum. Ama bu resme bakınca kendi aptallığımı gördüm. Yitirdiği denize kavuşamayacağını bile bile lanet olası gemiyi terk edip karaya inmek, sevdiklerimin ve sevenlerimin yanına gitmek yerine onları kendimden uzaklaştırdığıma hayıflandım. En kısa zamanda mümkünse yarın beni taburcu edin doktor bey.

Odasına gidip bir kez daha düşünmesini henüz hastalığının adının bile konmadığını söylesem de kararını vermişti. Ertesi gün kendi isteği ile hastaneden çıkış işlemlerini başlattı.

Giderken odama uğrayıp elimi sıktı, teşekkür etti.

Duvardaki resmi gösterip hediye etmek istediğimi söyledim. Bir kez daha baktı ve “Gün gelir belki birine daha yol gösterir burada kalması daha iyi” dedi.
Elini şakağına götürüp kaptan selamı verdi.

Oğlunun kolunda ağır adımlarla odadan çıkıp gitti.

Hastamızı o günden sonra bir daha görmedik. Onu düşündüren resmi koridorda daha görünür bir yere astık. Eskiyip sararsa da indirmedik, yerinde duruyor.


Dr. Mehmet Uhri