Archive for Ekim, 2012
Korkuların Normalleşmesi
Cuma, Ekim 12th, 2012Sesini Yükseltmeden
Çarşamba, Ekim 3rd, 2012Her türden şiddetin hayatımızın normal bir parçasına dönüştüğünün farkında mısınız? Çoğumuz, derdini anlatabilmek için bile sesini yükseltmeden konuşmanın eziklik olarak anlaşılacağı endişesini taşıyor. Şiddetin her türlüsünün normalleştiği, iletişim biçimine dönüştüğü ve dahası kanıksandığı bir dünyada yaşıyoruz. Ailecek akşam haberlerini seyredip yemek yerken şiddetin her türlüsünün yaşandığı dünyayı tepkisizce izliyor, masumane tavırla ?tüm bunlara ben ne yapabilirim ki?? diyerek başkalarını suçlamayı seçiyor veya görmezden geliyoruz. Şiddet her yere yayılıp hayatın normaline dönüşüyor.
İyi ama, ne değişti de insanlar bu hale geldi?
Öfkeli insanlar topluluğu halinde yaşıyoruz. Üstelik neye ne zaman öfkeleneceğimizin bir ölçüsü de yok. İçi boş, çoğu kez mantıklı bir karşılığı olmayan gelip geçici bir öfke bulutu altında yaşıyoruz. Çevrenize bakın yolda işte, trafikte her yerde kendi kabuğuna çekilmiş her an bir saldırı olacakmış gibi sırtını kabartmış en ufak bir iletişimi bile saldırı olarak görüp öfkelenmeye hazır ürkek, gergin insanlar görüyorsunuz.
Öfkenin şiddette dönüşmesi ise an meselesi. Doktorunu öldüren hasta yakını, öğretmenini bıçaklayan öğrenci ve daha binlerce kontrolsüz öfke kurbanı ile birlikte sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşıyoruz. Kendi yetiştirdiği doktoru veya öğretmeni öldürebilecek kadar öfke yüklü, kendine zarar veren bir toplum için kaygılanmamız gerekmiyor mu? Spor sahalarından tribünlere yansıyan öfke, nefret ve bunun sonucu olarak olağan kabul edilen şiddetin kimi neyi ne zaman vuracağını kestirmek de mümkün değil.
Peki ama bu öfkenin kaynağı ne, nereden besleniyor?
Hatırlayın, hiçbirimiz çocukluk çağımızda öfkeli kişiler değildik. Şehirler büyüdü aileler küçüldü. Herkes çalışır herkes meşgul hale geldi. Küçülen aile ortamında çocuklara ayrılan zaman azaldıkça ilgi çekmenin yolu yaramazlık ve olumsuz davranışlar haline dönüştü. Uslu çocuk anne babasının işini gücünü engellemeyen, zamanını çalmayan çocuktu. Anne babanın ilgisini çekebilmek için sonunda ceza alma pahasına sorun çıkarmak, haylaz ve yaramaz olmak gerekiyordu. Aile içindeki terazinin kefesi cezalandırma yönünde ağırlaştı. Beğeni, övgü ve ödüllendirme azaldı. Aile, çocuğun bu hallerine alışmaya başladıkça çocuk haylazlık ve yaramazlığın dozunu arttırmak zorunda kaldı. Kısır döngü sürüp gittikçe aile içinde öfkenin tohumları atılıyordu.
Okul yılları gelip sosyalleşme başladığında da karşısında hep kıyaslama yapılan ?ötekiler? vardı. Derslerinde başarılı olması yetmiyor, kendinden daha iyi not alan öğrenciler örnek gösterilip yeterince başarı gösteremediği işaret ediliyordu. Aile ortamından gelen yaramaz çocuk, okulda ne yaparsa yapsın kendinden daha başarılı çocukların varlığını görüp bir kez daha özgüven yitimine uğruyordu. Dahası bu özgüven eksikliği giderek kendini kuşatılmışlık ve saldırı altında hissetme sonucunu doğuruyor öfke filizleniyordu. Gençlik, ergenlik, delikanlılık diye geçiştirilmeye çalışılsa da bir türlü ergen olamama, kendi olamama ve hep başkalarının baskısı altında olma hali kişiyi savunmaya itiyor dış kabuk sertleşiyor arada öfke patlamaları yaşanmasına yol açıyordu.
Yaş ilerleyip dış dünyaya açılınca sorun daha da çetrefilleşti. Tüketim paradigması her türlü propaganda aracını kullanarak bireylere hayatlarında hep bir şeylerin eksik olduğunu, ancak dışarıdan satın alınacaklarla eksikliklerin tamamlanabileceği mesajını veriyor, ancak o eksiklikler hiç bitmiyordu. Hangi yaşta olursan ol bir türlü tamamlanmayan hep bir şeylerin eksik olduğu hissiyle tüketmek zorunda olma baskısı ekonomik olanaklarla çatışıyor hayata karşı sebepsiz öfke gün ışığına çıkıyordu.
Çocukken ödüllendirilmeyip hep yaptığı yaramazlıklarla ilgi görmüş, okulda ne olduğunu kimsenin bir türlü tarif edemediği ?istenen başarı? düzeyini bir türlü yakalayamamış kişi için öfkelenmemek kolay mı? Hep ötekilerle kıyaslanıp eksiği yüzüne vurulmuş, özgüveni yitik bir halde tüketim dünyasının ortasına atılmış birinin nedensiz öfke bulutu içinde olmasından daha doğal ne olabilir? Hayatın bitmeyen gereksinimleri eksiklikleri uğruna çoğu kez gerçekten isteyip istemediğini sorgulamaksızın rastlantıların belirlediği bir çalışma hayatında para kazanmak zorunda kalan, kendi olmayı çoktan unutmuş kalınlaştırdığı kabuğu içinde korunmaya çabalayan birinin öfkeli olmaktan başka seçeneği kalıyor mu?
Özgüven eksikliği içinde hep gelecek saldırıyı bekleyen, eksiği yüzüne vurulduğunda saldırganlaşan bireylerin çoğaldığı ortamda öfke ve kaygıların şiddete dönüşmesinden daha doğal ne olabilir?
Toplumun geneline yansıyan öfke ve kaygı doğurucu bu süreçleri görmeden şiddet konusunu kategorize edip lokal uygulamalar ile çözmeye çabalamanın kalıcı olmayacağı açıkça görülüyor.
Şehirleşme ile birlikte aileler küçülüyor, bireyler daha da yalnızlaşıyor. Ödüllendirme ve olumlu davranışları öne çıkarıp örnek olmalarını sağlama süreçleri azalıyor. Özgüven sorunu yaşayan bireyler eksiklik ve başarısızlıklarının yüzlerine vurulması kaygısıyla sosyal ortamlardan uzaklaşıp internet ve medya aracılığı ile iletişim kurabilir hale geldikçe yalnızlık ve özgüven eksikliği daha da artıyor.
İçlerinde filizlenip yeşeren öfke ve kaygıların farkına varıp kontrolünü yitirmek istemeyen bireylerin birçoğu şişkin ego gösterileri ile ezikliklerini gizleme telaşına düşüyor, hangi kültürel düzeye gelirse gelsin yetersizlik duygusunu açığa çıkartan her türlü olaya öfke ve şiddetle tepki verebiliyor. Egosunu kabartıp özgüvenini olduğundan çok gösteremeyenler için ise alkol ve madde bağımlılığı dışında pek seçenek kalmıyor.
Nedensiz bir öfkenin üzerinde yükselen şiddet toplumunda yaşıyoruz. Şiddet ve onun kaynakları ile mücadele etmek istiyorsak içimizdeki öfkenin kaynağını görmeli ve bir slogan arıyorsak ?sesini yükseltmeden? diyerek işe başlamalıyız.
Mehmet Uhri
Cadı Kızın Dileği
Pazartesi, Ekim 1st, 2012Sarı gagalı ak tüylü ihtiyar bir martı anlatmıştı;
Masal bu ya; zamanın birinde şehrin kalabalığından uzak duran, kendi gibi birini bulamadığı için yalnızlık çeken bir garip kız yaşarmış. Sessiz suskun düşünceli halini garip bulanlar ona “cadı kız” derlermiş. Bazen insanların arasına karışır hiç konuşmadan onları izler anlatılanları dinleyip ara ara kafasını sallarmış. Karşısındaki konuşurken dinler gibi yapıp kendi hayal alemine dalıp gittiği zamanlarda bile insanlar yine anlatmayı sürdürürmüş. Cadı kız “ne çok şey var anlatmak istedikleri” diye düşünür şaşar dururmuş, insanlara.
Ona cadı kız demeleri de boşuna değilmiş. Bazen birinin yanına gider elini tutup avuç içine bakar ve anlatmaya başlarmış. Anlattıklarını başkaları duyacak diye ürküp elini saklayan çok olurmuş. İnsanların içini okumada üstüne yokmuş. Beddua edecek, büyü yapacak diye korkup iyi geçinmeye, uzak durmaya çalışırlarmış.
Derdini tasasını pek soran eden olmadığı için anlatmaz, kimseler de bilmezmiş.
İyi bir dinleyici olarak bilindiği için millet derdini anlatır o ise sadece dinlermiş. Onunla konuşup yüreğini açan kendiyle yüzleşir ?seninle sohbet etmek iyi geldi, içimi rahatlattın? der gidermiş. Bizim cadı kız ise hiç konuşmadığı halde sohbetten söz edenlere güler geçermiş.
Gülüp geçme dediğime bakmayın onca insanın derdini tasasını dinleyip dertlenir nadiren gülümsermiş. Güldüğünde ise yanakları gamzelenir yüzü aydınlanırmış.
Yalnız olmaktan ürkmez, hep kendi olmak ve özgür kalmak istermiş. İnsanlara yaklaştıkça onlara benzemekten korkar, uzak dururmuş.
Tanıyanlar onun suskun, gizemli ve hüzünlü halini yalnız yaşamasına bağlarlarmış.
Malda mülkte gözü olmadığı gibi çevresindekilerin ne dediği veya ne düşündüğü ile de ilgilenmezmiş.
Kendi isteğiyle yaptığı, başardığı işlerle mutlu olur, bu ona yetermiş. Gün gelir mahallede bir hastaya çorba yapıp götürür başını bekler veya okula giden çocuklar üşümesin diye ördüğü kaşkolları hediye eder mutlu olurmuş. Bir başka gün kıra bayıra çıkar aşıladığı yabani ağaçların altına uzanır, onlarla konuşurmuş.
İşte bu bizim cadı kız yine bir ağaç ile sohbet ederken tanıştığı bir çobana aşık olmuş. İlk karşılaşmalarında çoban ona ağaçla yaklaşıp yanına oturmuş ve ağaca anlattıklarını dinlemeye başlamış. Cadı kız bir şey söylemeden sessizce dinleyen bu delikanlıdan etkilenmiş. O da kendi gibi suskun, özgür ve uzak birine benziyormuş. Cadı kız ağacın yalnızlığına acıdığı için köy yerinde olan bitenleri ve insanları anlatarak onu mutlu ettiği biçiminde açıklama yapmış delikanlı gülümsemekle yetinmiş. O günden sonra sık sık ağaç altında buluşur olmuşlar. Buluşmalardan birinde cadı kız bir ara delikanlının elini tutup avucuna bakmış ve gördüklerini hiç beğenmeyip yüzünü ekşitmiş bir şey söylememiş.
Ancak masal bu ya birbirlerine aşık olmaktan kurtulamamışlar.
Kısa sürede bu aşk haberi köye yayılmış. Cadı kızın aşk sarhoşluğunu gören mahalleli çobanın kulağını büküp cadı kızın normal olmadığını, ondan uzak durması gerektiğini söylemeye başlamışlar.
Cadı kız anlam verememiş.
Seviyormuş ve onun da kendine ilgisi olduğunu düşünüyormuş. Delikanlının söz dinlemediğini ve cadı kızla buluşmaya devam ettiğini görenler karışmakta gecikmemişler.
Cadı kızın bedduasından korksalar da delikanlıyı etkileyip gidilen yolun yol olmadığını onun gibi biriyle hayatı paylaşmanın zorluklarını anlatıp duygularının esiri olmamasını, mantığının yolundan gitmesini öğütlemişler. Delikanlı kaygılanıp ürkse de cadı kızla buluşup konuşmayı bırakmamış.
Birlikte çok mutluymuşlar.
Ancak cadı kızın derdi büyükmüş.
Delikanlıya olan bağlılığı ve aşkı büyüdükçe kendi olmak ve özgür kalmak zor gelir olmuş. Delikanlıyı düşündükçe birlikte olmak ?biz? olmak fikri cazip geliyor ama onun benliğine karışıp kendini bir daha bulamamaktan da endişe ediyormuş. Dahası aşkın içinde debelendikçe özgürlüğünü de yitirdiğini düşünmeye başlamış.
Delikanlının aklında da mahallelinin söyledikleri ile cadı kızın kaygıları birbirine bulandıkça duyguları ifade etmek zorlaşmış. Bir araya gelip konuşmaktansa birbirlerine bakıp susmayı, susarak zaman geçirmeyi seçmişler. Altında oturdukları ağaç bile konuşup bir şey anlatmayan bu iki insana isyan edip çiçek açmayı geciktirmiş.
Konuşulmayanlar birikip kabarıp sorun olarak gün yüzüne çıkınca işler iyice sarpa sarmış. Cadı kız sırılsıklam aşıkmış ama yetmiyormuş. Delikanlının ise kafası daha da karışıkmış. Birlikte yaşadıkları anlar onlara mutluluk huzur ve heyecan veriyor ileride birlikte yaşayacakları zamanları düşünmek ikisini de ürkütüyormuş.
Hatta bir süre birbirlerinden uzak durmayı deneyip daha çok acı çekmişler. Yaklaştıkça birbirlerinin yörüngelerini etkileyip yoldan çıkaran uzaklaştıkça boşlukta yalnızlık hissi uyandıran gezegenler gibi sıkıntılı günler geçirmişler.
Cadı kız içine kapanmış, insanlarla görüşmez olmuş.
Ahali ise cadı kız gibi iyi bir dinleyici bulamamanın verdiği huzursuzluğu giderek daha çok yaşar küçük şeylerle kolay kızıp öfkelenir olmuş. Herkesin konuşup anlatacakları varmış ama dinleyici olmayınca sesi en yüksek çıkanın dışında diğerlerinin söyledikleri anlaşılmaz olmuş. Bu huzursuzluğu önceleri cadı kızın büyü yaptığına beddua ettiğine yormuşlar. Sonra bakmışlar ki bizim cadı kızın da yüzü gülmüyor.
Kabahati aşka bulmuşlar.
Aşkın toplumun huzurunu bozduğuna karar verip konuyu kökünden çözmek ve sonlandırmak gerektiğinde uzlaşmışlar. Aşkı dillerinden ve yüreklerinden söküp çıkarmaya, içlerine almamaya, aşıkları da ayırmaya karar vermişler.
Delikanlıyı uzak diyarlara göndermişler. Cadı kız ise aşkını yüreğine gömmüş.
Gün geçip insan içine çıkmaya başlasa da eskisi gibi hiç olamamış. Ayrılıktan sonra bir daha kimsenin elini tutup fal bakmamış. Kimseyle konuşmamış. Altında buluştukları ağaç bile kahrından kurumuş. Yine de cadı kız kimse ile konuşmamış. Ara sıra kendi kendine gülümsediğini görenler cadı kızın benliğinin bir parçasının uzaklarda özgürce dolaşıp giden aşkı ile buluşmaya devem ettiğine yorarmış.
Zaman geçip uzaklardan hiç haber gelmeyince aşkın tutsaklığı ile özgürlüğünü yitirdiğini anlayan bizim cadı kız beddua gibi bir dilekte bulunmuş.
?İnsanlar hep aşkı arasın ama aradıklarının ne olduğunu hiç bilemesin, bulduklarında bir çocuk gibi sevinsin ama bulduklarının aşk olduğunu anlamasın, aşk hep özgür kalsın? dileğinde bulunmuş.
Dileğini beyaz bir çakıl taşına okuyup denize fırlatmış.
Taşı denize fırlattığını ise sarı gagalı ak tüylü ihtiyar bir martı görmüş.
İşte o gün bugündür, taşın düştüğü yerin üzerinde bir martı dolanır ve diğer martılara cadı kızın öyküsünü anlatırmış.
Mehmet Uhri