Archive for Eylül, 2012

Yalnız Kelebek

Çarşamba, Eylül 26th, 2012

y-kelebek

11 Yaşında karakaşlı, karagözlü son derece sevecen kız çocuğu hastanemizde böbrek yetmezliğinden yatmaktaydı. Geçirdiği hastalık yüzünden böbrekleri çalışmaz hale gelmişti. Haftada iki kez diyaliz makinesine bağlayarak kanını temizliyorduk.

Nakil için böbrek aranıyor, tansiyonunu kontrol altında tutmakta güçlük çektiğimiz için hastanede gözetim altında tutuyorduk. Yaşıtları gibi yatağında yatmayı sevmiyor ortamı uygun buldukça serviste geziniyordu. Hastanede kalış süresi uzadıkça herkes tanımış, personelden biri gibi olmuştu. Serviste yatan diğer çocuklarla oyun oynuyor nöbetlerde hekim ve hemşirelerin yanına gelip ilgi ile yapılanları izliyordu. Her gün yapılan iğneler de artık onu korkutmuyordu. İğneden korkan diğer çocuklara moral vermek için özellikle onların yanında iğnesini yaptırıp korkulacak bir işlem olmadığına inandırmaya çabalıyordu. Gerçekte iğneden korktuğunu, istemediğini iyileşip hastaneden çıkabilmek için katlandığını bir nöbette itiraf etmişti;

- Doktor amca bu iğneleri icat edenlerin çocukları yok mu? Hiç mi çocukları düşünmemişler?

- Bilmem? Neden sordun?

- Bu ilaçları hep büyükler bulmuşlar ve kendilerine göre yapmışlar. İlaçları çocuklar bulsalardı iğne diye bir şey olmazdı. Acı bile olsa şurup içmeye razıyım. İşte bu nedenle büyüyünce iğneleri şuruba dönüştüren bir araştırmacı olmak istiyorum.

Anne çalıştığı için ancak akşamları hastaneye gelebiliyor bazı akşamlar gelemediği de oluyordu. Küçük kızın ailesi de sorunluydu. Bu dünyaya çocuk kazandırmanın hata olacağına inanıp uzun yıllar çocuksuz yaşamış bohem bir beraberliğin ürünüydü. Anne kararını değiştirerek hamile kalmış, baba kararından dönmeyip hamileliğin 5. ayında ayrılmışlardı. Baba hiçbir zaman kızını görmemiş ve ülke dışına yerleşmiş. Kız ise babasız olarak annesinin elinde büyümüştü.

Tüm bunları nereden mi biliyoruz?

Ne yazık ki tüm bilgileri hastamızdan öğrendik. Annesi kızından hiç bir gerçeği saklamamış. Bu yaşına kadar annesi tarafından sevilen ancak babası tarafından istenmeyen biri olduğunu bilerek yaşamış. Çevresindeki ailelere ve arkadaşlarına nasıl bir gözle baktığını ise hiçbir zaman öğrenmedik. Sadece kişiliğinin, hayatının, varlığının bir kısmının doğuştan reddedildiği bir dünyada yaşamaya çabaladığını anlatmıştı bir keresinde;

- Doktor amca biliyor musun benim böbreklerim neden çalışmıyor?

- Hasta olduğu için.

- Bilemedin. Ben sana neden hasta olduklarını soruyorum.

- Neden?

- Çünkü böbreklerim beni istemiyor. Onlar da canlı ve benimle birlikte yaşamak istemiyorlar. Aynen babamın beni istemediği gibi…

Bir yılbaşı tatili öncesiydi. Hastalığı nedeniyle yine hastanede kalması ve kontrol altında tutulması gerekiyordu. Servisteki çocukların hepsi yılbaşını evde geçirebilsinler diye izinli olarak evlerine gönderilmişti. Yılbaşını yalnız başına hastanede geçirecekti. Bu durum hepimizin içini burkuyordu. Ayrılmadan önce sordum;

- Tatile gidiyorum gelirken sana ne getireyim. Ne istersin?

11 Yaşında bir çocuk ne ister? Çikolata, şeker, oyuncak vs. gibi bir şey istemesini bekliyordum. Ama o benden sadece ?beyaz peynir? istedi. Aylardır tansiyon sorunu yüzünden ciddi bir tuz kısıtlaması uyguluyorduk ve bizden istediğini ona vermemiz olası değildi. Beyaz peyniri çok sevdiğini ve çok özlemiş olduğunu görmeme rağmen yapacak bir şey yoktu.

- Bırak bu kez sana sürpriz bir şey getireyim.

- Tamam anlaştık. Sürprizimi bekliyorum. Hem belki ben de sana bir yılbaşı resmi ile sürpriz yaparım.

Bu onunla son konuşmamız oldu. Acı sürpriz ondan geldi. Tatil sırasında yine bir tansiyon krizi ile hastamızı, o sevgi dolu insanı kaybetmiştik. Servis hemşiresi yalnız bir kelebeğin resmedildiği suluboya resmi gözyaşları için uzatıp ?Çok uğraştı, sizin için çizmişti? diyebildi. Odasını uzun süre kapalı tuttuk. Yaptığı resim sararıp dökülene kadar servis duvarında asılı kaldı. Duvardan indirmeye kimsenin eli gitmedi.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Üzerine tıklayarak resmi orijinal boyutlarıyla izleyebilirsiniz.

Şartlı Tahliye

Cumartesi, Eylül 15th, 2012

st2

Hastanenin hasta hakları biriminden sorumlu idarecisi “çattık” diye söyleniyordu.

Hastanemizin eski binası yıkılıp yerine çok katlı modern mimari özelliklere sahip dış cephesi tümüyle cam kaplama yeni hastane binası inşa edilmişti. Binanın iç sıcaklığı ve havalandırılması merkezi klima sistemiyle sağlandığı için camlarda açılır pencere bulunmuyordu.

Hasta hakları birimine başvuran hasta ise istediğinde açıp dışarıdaki temiz havayı soluyabileceği penceresi olan bir odada kalmak istediğini söylemiş ve ısrarcı olmuştu. Binada hiçbir odanın penceresinin olmadığını bina içi havanın temizlenip sterilize edildiğini, dışarıdaki havadan daha temiz ve sağlıklı olduğunu söylememiz hastayı ikna etmeye yetmemişti.

Başka hastaneye gitmeyi ise hastalığını yıllardır takip eden doktorunun bu hastanede olmasını gerekçe göstererek geri çevirmiş, hastanın doktor seçme hakkını hatırlatmayı da ihmal etmemişti.

Emekli ağır ceza hakimi olduğunu öğrendiğimiz beyefendinin sağlık bakanlığı şikayet hattını da devreye sokması üzerine hastane idaresi sorun daha fazla büyümeden görece daha eski olan yan binadan hasta odası sağlanması biçiminde çözüm üretmişti.

Klinikler arası sorun yaşansa da üroloji kliniğinde yatmakta olan hastamıza isteğine uygun özellikte yan binadaki kulak burun boğaz kliniğinde oda ayarladığımızı bildirdik. Verilen yeni hasta odasını da beğenmeyip başka sorun veya sorunlar çıkaracağından endişe ediyorduk. Sesini çıkarmadan daha küçük ve yıpranmış da olsa açılır penceresi olan hasta odasına yerleşti.

Birkaç gün sonra hastamızı hava almak için çıktığı hastane bahçesinde bankta otururken görünce gidip yanına oturdum. Odasından memnun olup olmadığını sorunca başını önüne eğip bir süre suskun kaldı.

- Biliyorum, açılır penceresi olan oda istediğim için bana içerlediniz. İnanın kapris yapmıyordum. Yere kadar kocaman camı da olsa pencere olmayınca hapishaneye kapanmışım gibi geliyordu. Bunun vereceği moralsizlikle tedavi olamayıp hastalıktan hiç kurtulamayacağım hissine kapılıyordum.

- Kapalı yer korkusu gibi bir şey bu söylediğiniz. Daha önce de var mıydı?

- Eskiden hiç yoktu, hatta umurumda bile değildi. Çok daha karanlık, havasız ortamlarda kaldığım bile oldu. Mesleğe başladığım yıllarda ömür boyu hapse mahkum edilmesini sağladığım ve hapishanedeyken hastalanıp ölen bir mahkumun öldükten sonra iletilmesi için bana hitaben yazdığı mektup elime geçene kadar böyle bir sıkıntım yoktu.

- Doğrusu merak ettim. Sakıncası yoksa mektupta sizi sıkıntıya sokan ne yazıyordu?

- Hak ettiğinden çok ceza almasına yol açtığım için sitem ediyordu. Hapishanenin nasıl bir yer olduğunu tanımadan mahkumları oraya göndermemem gerektiğini, hiç olmazsa bir günümü hapishanede geçirmiş olsam bu şekilde abartılı bir karara ortak olmayacağımı düşündüğünü yazmıştı. Yanlış anlamayın suçsuz olduğunu iddia etmiyordu. Verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının günün birinde özgür olma umudunu elinden alıyor olmasına itiraz ediyor, ağır buluyordu. O zaman idam cezası yürürlükteydi. Adamı ipten aldığımı, hayatını kurtarıp iyilik yaptığımı düşünmüştüm. Hiç de öyle değilmiş.

- İyi de bunların sizi sıkıntıya düşüren oda meselesi ile ne ilgisi var?

- Mektubun devamında özgürlüğü kısıtlanmış insanların ne hissettiklerini anlatıyor, hapishane ortamı ile evini kıyaslıyordu. İnsanların kandırıldıklarını, hapishanelerin varlığı sayesinde dışarıdakilerin kendilerini özgür hissetmelerini sağladıklarını, aslında evlerinde de mahpus hayatı yaşayan çok insan olduğunu düşünüyordu. Solunan havanın özgürlük kokmadığı her türlü ortamın mahpushane olduğunu, ömür boyu kalacağı hapishanede bile avluya çıktığında temiz havayı içine çekip ruhunu özgür hissetmeyi başardığını, en çok kendi eliyle açıp dışarıdaki havayı içine çekecek bir penceresi olamadığına üzüldüğünü anlatmış, mektubunu “Allah kimseyi penceresiz bırakmasın” diye bitirmişti.

st1

Başını öne eğip bir süre öylece suskun kaldıktan sonra dönüp “Umarım pencereli oda konusunda neden ısrar ettiğimi anlamış ve biraz olsun hak vermişsinizdir” dedi. Ayağa kalktı. Odasına kadar eşlik etmek istediğimi söyledim sesini çıkarmadı. Asansörün kapısında beklerken eliyle omzuma yaslandı. Yorulmuştu.

- İşte böyle, doktor bey. Yaşlanınca özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu insan daha iyi anlıyor. Şu kadarcık yolu yürürken bile yoruluyorsan birileri senin hakkında çoktan kararı vermiş, infaz başlamış gibi hissediyorsun. Bu da bir tür mahpusluk oluyor.

- İyileşip çıkacaksınız o zaman bunları unutursunuz.

- “Şartlı tahliye” o senin dediğin. Yaramazlık etmeyip doktorun sözüne uyduğun sürece salıveriyorlar. Can çıkmadan huy çıkmıyor. Hasta edip buralara düşmeye neden olan huylarımız bir süre sonra depreşiyor ve yine hastane. Benim için günler böyle geçiyor. Hapishaneden mektup gönderen o rahmetliyi giderek daha çok düşünür oldum. Vicdanımı kemirip duruyor.

- Siz görevinizi yapmışsınız. Vicdanınız rahat olmalı.

- Ölümden döndürüp bitkisel hayata mahkum ettiğiniz hasta için siz de görevinizi yapmış olursunuz ama yaşatmak için o bedene eziyet ederken vicdanınızın hepten rahat olduğunu sanmıyorum.

- Ama, ama…

- Amasını boş ver. Konu nerden tutsan elinde kalıyor. Rahmetlinin dediği gibi, suçu olmadığı halde kendi hücresini koğuşunu yapıp genç yaşta kendini hayata hapsedenleri düşündükçe daha çok üzülüyorum.

Asansöre binip hasta katına çıkıncaya kadar konuşmadı. Odasına ulaştığımızda baş ucunda duran kızı ve oğluna ait fotoğrafları gösterdi.

- Deli gibi çalışıyorlar. İyi eğitim almaları çalışkan olup hayata tutunmaları için rahmetli eşim ve ben çok çabaladık. İyi bir eğitim vermek dışında onlara bırakabileceğimiz miras yoktu. Bizi utandırmadılar ikisi de okuyup meslek edindiler. Girdikleri işlerde de çalışkanlıkları sürüyor. Şurada ziyaretime gelecek vakitleri bile sınırlı.

- Ne güzel. Onlarla gurur duyuyor olmalısınız.

- Bu konuda çok emin değilim. Herkes gibi bir an önce ev sahibi olma telaşına girdiler. Evin borcu bitene kadar değil ara vermek iş bile değiştiremez haldeler. Aldıkları evler onların kendi istekleri ile girip hayatlarını kısıtladıkları hapishaneye benzedi. Borcu öderken bir yandan da içini tefriş etmekle uğraşıyorlar. Üstelik, herkes böyle yapınca kimse durumun garipliğini görmüyor, yaşananları normal sanıyor. Çalıştıkları iş yeri aldıkları ev bir de kullandıkları araba arasında geçen hayatı özgürce yaşadıklarını sanıyorlar. İnsanlar özgür olmadıklarını anlamasın diye hapishaneler inşa edilip devasa adalet sarayları kuruluyor. Eskinin suçları suç olmaktan çıktıkça yeni suç icat etmeyi de ihmal etmiyorlar. Yeter ki hapishaneler dolu olsun. Yoksa insanlar kime bakıp haline şükredecek?

- Hukukçu olduğunuz için pişmanlık duyuyor gibi konuşuyorsunuz.

- Böyle bir oyuna alet olduğunu düşünen herkes kadar pişmanım. Suç işleyeni topluma zarar vermemesi için tecrit etmelerini anlarım ama bu durum, her yere hapishane yapılması için gerekçe olamaz. İçeridekiler kadar dışarıdakilere de gözdağı vermek için hapishaneleri gözden uzak yerlere de yapmıyorlar. Sanki, millet bakıp haline şükretsin sonra kendi koğuşunu sahiplenip tefriş etmek için çabalasın dursun isteniyor. Zamanında haksızlığa isyan eden üniversite öğrencilerine hoş görüyle bakıp delikanlılığına veren bu millet nasıl oldu da hoş görüsünü yitirdi sanıyorsun? Cezaevlerinde neden bu kadar çok öğrenci var? Üzerinde düşünmek, konuşmak gerekiyor.

prison

Çocuklarının resimlerine sevgi ve hasret dolu gözlerle tekrar bakıp baş ucuna koydu. Yatağına uzandı. Eşlik ettiğim için teşekkür etti.

O günden sonra hal hatır sormak için ara sıra odasına uğramayı ihmal etmedim. Ameliyatı sorunsuz ve başarılı geçti. Bir hafta kadar sonra şifa ile taburcu oldu.

Taburcu olduğu gün izin günüme denk geldiği için vedalaşamadık.

Gitmeden servis çalışanlarıyla bana selam yolladığını ve “Şartlı tahliye” deyin o anlar dediğini aktardılar.

Mehmet Uhri