Archive for Mart, 2009

Duygular Şekilsizdir

Pazar, Mart 22nd, 2009

973232b6-a603-464c-b4fe-3a87f8644af9Duygulandığımız anlarda kendimizi ifade etmede genellikle zorlanırız. “Çok duygulandım, duygularımı ifade edecek sözcük bulamıyorum” gibi sözler zırvalarız. Anlatmak zordur, duyguları.

Duygular şekilsizdir.

Duyguların biçimi ve sürekliliği yoktur. Rüzgar ile dalgalanan deniz gibi bazen sakin, çoğu kez kabarıktır. Deniz hep oradadır dalgalar ise rüzgarına göre gelip geçicidir.

İlk bakışta dalgalar gibi duygular da birbirine benzer görünür. İçten içe farklı olduklarını sezeriz ama anlatamayız.

Duygular özünde mantıktan bağımsız olarak belirir, kabarır bazen taşar ve sakinleşir.

Çoğu kez bizleri harekete geçiren duygularımızdır. İlk ve ani tepkilerimiz hep duygusaldır. Arabaların 1. vitesi gibi bizi harekete geçirir ancak sürekliliği yoktur. Vitesi değiştiren ya da frene basıp durduran ise mantığımızdır.


Mantık ise akılcıdır.


Kavramları mantığımızla aktarmak kolaydır. Sürekliliği vardır. Şekli şemali, önü arkası olmak zorundadır. Genellikle harekete geçirmez hatta çoğu kez harekete geçmeye engel olur.

Eylemin sürekliliğini ve tutarlığını sağlayan mantığımızdır. Bu nedenle mantık şekilcidir.

Anlatılması, aktarılması, paylaşılması kolaydır.

Duygular ise şekilsizdir.

Anlatmak, aktarmak, paylaşmak yere, zamana, insana hatta aynı insanın farklı zamanlarına göre bile değişkenlik gösterir.

Hayat ise duygularımız ile mantığımız arasında salınır.

Dengenin nerede olduğuna bağlı olarak şekilci, kuralcı ya da dağınık bir hayatımız olur. Kimimiz mantığını hayatı yönlendirmede kullanırken, kimimizin yaşamı duyguların egemenliğinde şekillenir. Bazılarımız ise her iki uç arasında gidip gelmeler ile dalgalı bir hayat sürer.


Üstelik mantık ve duygu arasında geçimsizlik de söz konusudur.


Duygusal yanına kızıp mantığı ile duygularını kontrol etmeye, biçimlendirmeye çabalayan olduğu kadar duygusal tepkilerine mantıklı açıklama bulup kendince kabul edilir kılmaya çalışanlarla da sıkça karşılaşırız. İtiraf etmesi zor olsa da muhtemelen kendimiz de onlardan biri oluruz.


İçimizdeki sorumsuz, yaramaz çocuk gibidir, duygularımız.


Çocuğunu adam etmeye uğraşan anne baba da mantığımızdır, sanki.

Erdem ise duygular ile mantık arasında kurulan dengedir.

Uçlarda salınsa da şekilsizlik, ifadesizlik ile akılcılık arasında kurulan dengedir, erdem.


Ve o erdem ki, kişiliğimizin aynasıdır.


Hayatı denge arayışı olarak görmek yerine duygulara ya da mantığa yönelme ise insanın zayıf ama güzel yanıdır.


İnsanı insan yapan, hayata güzellik katan duyguları mantığa, mantığı duygulara bulandırma eğilimidir.


İşte bu nedenle dünyanın tüm nesnel gerçekliğine rağmen duygular şekilsiz olmak zorundadır.

Ve yine aynı nedenle insanın olduğu yerde duygular dalgalanacak, rüzgar olduğu sürece dalgalar hep olacaktır.

Mantığımız ise dalgalanan duyguları taşıyan, rüzgarını arayan denizimiz olarak kalacaktır.


Böyle bir hayatta ise tek gerçek, rüzgardır.


Ve ne rastlantı ki, o da şekilsizdir.


Mehmet Uhri

Aile ve Hukuk

Pazar, Mart 22nd, 2009

Adalet ve hukuk kavramını insan, ne zaman tanır?

Hukuk, saç rengi, ten rengi gibi doğuştan edinilen özelliklerden değildir. Belirli bir şaştan sonra aile ortamında ortaya çıkar, gelişir ve insanın sosyokültürel yapısının temelinde yer alır. İnsanoğlu doğuşunda diğer bazı memeli canlılar gibi yeterli olgunluğa ulaşmış halde değildir. Eksik ve yetersiz doğar, insanoğlu. Tanıdığı ilk kavramlar da yoksunluk, eksiklik ve buna bağlı varoluşunu yitirme kaygısı, korkusudur.

 0-1 Yaş döneminde insanoğlu ruhsal anlamda eksiklik, yoksunluk ve yok olma kaygısı ile birlikte özellikle annenin varlığında bütünleşen eksikliklerin giderilmesi, doygunluk kavramlarını tanır ve yine annenin varlığı ile yok olma kaygılarını bilinç altına iter. 0-1 Yaş döneminde insanoğlu eksiklik, yoksunluk yok olma kaygıları ve bu kaygıların giderilmesi ile doygunluk, güven, minnet, şükran hisleri ile donatılır. Ruhsal gelişimin birinci basamağını bu yaş dönemi oluşturur.

1-2 yaş döneminde ise az ve çok kavramlarını, giderek denge kavramını tanır insanoğlu. Eksiklik hissinin, doygunluk hissinin azlığı ya da çokluğu paralelinde dengeyi  tanırız. Yürümenin de bu dönemde başlaması ile denge kavramı pekişir. Artık çocuğun sosyalleşmesi için ortam hazırdır.

2-3 yaş döneminde çocuk kendi ve uzantısı olan annesinin yanı sıra başkalarının da olduğunu daha çok fark eder. Aile ortamına ve sosyal çevresine yönelir. Bu dönemde çocuk aile içinde sevgi ve nefret kavramlarının yanı sıra suç ve ceza kavramlarını da tanır. Yaramazlık, kabahat, suç, ceza ve ödüllendirme bu yaş döneminde öğrenilir. Bu kavramlar ile birlikte hukuk, özellikle birey hukuku kavramı bu yaş döneminde oluşur.

Birey hukuku kavramının temeli ailedir ve 2-3 yaşlarında ve sağlıklı aile ortamında olgunlaşır. Kısaca hukuk, aile ortamında öğrenilen,kazanılan sosyokültürel kavramlardandır. Sosyal ilişkilerin olmazsa olmaz bileşeni olan hukuku var eden yaşatan ve koruyan ailedir.

Birey hukuku, bireyin varlığı ve haklarını koruma altına alan temel insan haklarıdır. Tüm diğer hukuk süreçlerinin çıkış noktası birey hukukudur. Sosyal yapının büyümesi ve gelişmesi ile oluşan diğer toplumsal hukuk süreçleri kaynağını birey hukukundan, eş deyişle aileden alır.

Toplumun bireyi biçimlendirmesini amaçlayan dünya görüşü öncelikle birey hukukuna saldırıp içini boşaltmaya uğraşır. Bireyin toplumu değil toplumun bireyi biçimlendirmesi isteniyorsa en temel hukuk olan birey hukuku kavramının içinin boşaltılması gerekmektedir. Birey hukukunun kaynağı aile olduğuna göre hedef aile olmak zorundadır.

Günümüzün çağdaş ailesi dediğimiz çekirdek aile modelinde, aile banka reklamlarında olduğu gibi tüketimi simgeleyen model olarak tanımlanmaktadır. Aile, kuruluşundan itibaren tüketim sürecinin parçası hatta tüketimin objesi olmaktadır. Örnek gösterilen aile modelinde anne ve baba yoğun iş temposu ile çalışmaktadır. Daha çok tüketebilmek ve tüketimlerini çeşitlendirmek üzerinde ekonomik bir aradalık olarak da tanımlanan aile modelinde çocuk da tüketimin objesi olarak şekillenmektedir. Bu aile modelinde çocuğun 0-1 yaş arası eksiklik, yoksunluk ve kaygılarını doyurmak için anneye olan gereksinimi en çok 2 ay ile sınırlı tutulmakta ve annelerin çalışma ortamlarına geri dönerek çocuklarının doygunluk, minnet ve şükran hislerini tanımasına fırsat verilmemektedir. Böylelikle yaşamlarında hep bir şeylerin eksikliği içinde kıvranan ve bu arayışın tüketime yönelmesiyle daha tüketici olan bireyler ortaya çıkmaktadır. Tüketim toplumunun tohumları böyle yeşermektedir.  

1-2 yaş arası dönemde az ve çok gibi kavramlar ile tanışarak denge kavramına ulaşması gereken çocuk için artık iş daha zordur. Eksiklik özellikle annenin eksikliği ile yerleşen kaygı dengenin doygunluktan ya da çoktan ziyade eksiklik üzerinde şekillenmesine yol açmaktadır.

2-3 yaş döneminde ise çocuklar ya yuva gibi ortamlara bırakılmakta ya da bulundukları sosyal çevrede sahipsiz biçimde sosyalleşmeye terk edilmektedir. Bu durum çocuğun genellikle sevgi ve nefret kavramlarını, suç ve ceza kavramlarını eksik ya da yanlış tanımasına neden olmaktadır. Yuva ortamında belki nefret olmayacaktır ama istenen doygun sevgi de bulunmayacaktır. Yine işlenen suçlar olsa bile ceza verilemeyeceği için adalet duygusu gelişemeyecektir.

Daha eğitimsiz ve sosyoekonomik düzeyi daha düşük ortamlarda yetişen çocuk ise nefreti sevgiye göre daha çok tanıyacaktır. Yine yaptığı pek çok eylem yüzünden cezalandırılacak ve suçluluğu, kendini suçlu hissetmeyi öğrenecektir.

Çağdaş aile modelinde çocuklar adalet ve hukuk kavramlarından uzak, giderek birey hukukunu tanımayan insanlar olarak yetişecektir.

Günümüzde bir kısım gençlerin kendilerini toplum gözünde hep suçlu hissettiklerini ve cezalandırılma kaygısı taşıdıklarını görebildiğimiz gibi bir kısmının ise suç işlese bile ceza almama alışkanlığı ile birey haklarından, temel insan haklarından habersiz, yoksun yaşadığını hepimiz görüyoruz. 

Birey hukukunun kaynağı olan aileyi deforme ederek birey hukuku ve temel insan hakları kavramının içinin boşaltılabilmesi mümkündür ve bunu yaşıyoruz.

Böylelikle çağdaş aile diye ön plana çıkarılan teşvik ve kabul gören yapılanma ile insan hakları, birey hukuku kavramı güçsüzleştirilmekte yerini toplumsal hukuk, kamu hukuku gibi kavramların alması sağlanmaktadır.

Kamu hukuku ise toplumu yönetmek ve yönlendirmek isteyenlerin elinde birey haklarını ezerek ya da dönüştürerek uygulanmaktadır. Bu duruma itiraz edenleri ise toplum düşmanlığı yapmakla tehdit ederek sindirmektedir.

Kapalı toplumlarda bu durum bir dereceye kadar kontrol altında tutulabilir. Ancak açık toplumlarda toplum yeni hukuk reformları ile biçimlendirilerek dönüştürülmeye özellikle çok uluslu şirketler eliyle ve ekonomik krizler yardımıyla kendine, insanına yabancı bir dönüşüme zorlanabilmektedir.

Birey hukukunun, temel insan haklarının yitirilmemesi amacıyla hukukun temel kaynağı olan ailede yaşanan dönüşüm ve yıkımın topluma verdiği hasarı görmek zorundayız. Birey hukuku kavramının içinin boşaltıldığını ve bu nedenle toplumda kabul görmekten çıkarak kamu hukuku kavramı ile karıştırıldığını söylemekten çekinmemeliyiz. Bedenen ve ruhen sağlıklı bireylerin yetişmesi için öncelikle sağlıklı aile yapısına gereksinim olduğu gerçeği gün gibi önümüzde duruyor.

Reklamlarda bize tanıtılan, olmamız istenen ailenin yetiştiğimiz ailelere benzemediğini görmemize karşın insanları daha tüketici daha bağımlı bireylere dönüştürmek uğruna suskun kalmamızı yadırgamakla işe başlayabiliriz. Çağdaş aile diye yutturulmaya çalışılan tüketim objesi çekirdek aile modeli insan gerçeği ile örtüşmüyor. Dede ve nineleri içinde barındıran klasik aile modelinin çocuk gelişiminde, çocuk ruh sağlığındaki önemi günümüzde daha da belirginleşiyor.

Kurmayı düşlediğimiz ya da yaşadığımız aile ortamı yetiştirdiği bireylere doygunluk, minnet şükran hislerini verebiliyor, dengeli bir sosyal yaşam ve adalet duygusu içeriyor mu? Yoksa, o reklamlarda tanıtılan ailenin içinde olmak daha mı cazip görünüyor?

İyi ki varsın

Pazar, Mart 22nd, 2009

iyi-ki-varsin1

.

Olanca içtenliğinizle “iyi ki varsın” diye yüksek sesle söyleyebildiğiniz kim veya ne varsa durup bir gözden geçirmenizi isteyeceğim.

Anne babanız, yakın akrabalarınız gibi isteminiz veya kontrolünüz dışında hayatı paylaştıklarınızdan değil hayatınıza girmesine izin verdiğiniz hatıralarınızda yer eden özel birinden veya bir canlıdan söz ediyorum.


Bir şekilde tanıştığınız ve kısa süre bile olsa aynı hayatın içinden birlikte geçip hatıralarınızı paylaştıklarınızdan söz ediyorum.

Bunların kaçına “iyi ki varsın” dediniz?


Pek çok arkadaşınız, dostunuz için övgüde bulunduğunuz, iltifatlar gönderdiğiniz olmuştur. Bunlar o kişinin özelliklerini ön plana çıkaran, güzel yanlarını öven sözlerdir. Ama “iyi ki varsın” çok daha farklıdır. Bu sözlerde övülmeyi gerektiren özellikler etiketler sıfatlar yoktur. Sadece varlığı, gerçekliği vurgulanmaktadır. Bizim için onun tüm özellikleri ile var olması, hayatımızda yer tutmasına dikkat çekeriz.


Bu sözlerle tüm sanal özellikler etiketler kenara bırakılır ve yalın ve gerçek haliyle kurduğumuz gerçek ve içten bir bağlantıdan söz edilir.


Bu sözlerin satır aralarında insan ilişkilerinin yapmacık, sanal ve sığ olmasından yakınma, her şeyi ile ileride hatırlanmayı hak eden doğal ve gerçek ilişki arama kaygısı da hissedilir.


“Sen var olmasaydın ben bu sanal dünyada kendimi boşlukta ve hatta tümüyle sanal hissedecektim” gibi özel bir iltifattan söz ediyoruz.


İyi de, nedir insanı böyle özel bir tanımlamaya iten?

Eski devirlerde gerçek ile hayal arasındaki ayırım bu kadar bulanık değildi.

Yaşananlar gerçek, hayaller, düşünceler, kurgular sanaldı. Romanların ortaya çıkması, sinemanın yaygınlaşması ve televizyonun tüm kurgusal yapıtları hayatımıza sokması ile hayal ile gerçek arasındaki ayırım giderek daha zor olmaya başladı.


Öykülerde veya filmlerde yaşanan olayların günlük yaşamda karşılığı olmasa da gerçek olabileceği fikri giderek yaşamımızı etkiler oldu. Korkularımız depreşti. Çocukların kaçırılıp dilenci yapıldığına dair bir iki film izleyen insanlar bu sanal olaydan etkilenerek çocuklarını oynamaları için sokağa bırakmamaya, ya da yanlarından ayrılmamaya başladı. Hayallerin gerçekmiş gibi algılandığına ve giderek yaşamımızda gerçeklerden daha çok yer tutar hale geldiğine şahit olduk.

Dahası bu garip durumu normalleştirdik.


Hayaller saf hayal olmaktan çıkarak gerçek ile bulaşık hale gelirken gerçek kavramı da biçim değiştirdi. Sıradan bir trafik kazasının ne kadar gerçek olursa olsun televizyon haberlerinde hipergerçek haline getirildiğini görmeye başladık. Orada anlatılan saf gerçekten uzaklaştı ve bu nedenle aslında tekrar yaşanması mümkün olmayan bir dram veya anlatı haline getirilerek sanallaştırıldı. Öyle ki, medya yoluyla naklen yayınlanan savaşlar bile gerçekliğini yitirdi. Savaş gibi acımasız bir gerçeğin bilgisayar oyunu veya insan içermeyen sanal bir süreçmiş gibi algılanmasını bile normalleştirdik.


Gerçeğin olduğundan daha farklı olarak aktarılmaya başlanması, gerçek kavramının saf halini yitirmesine, sanal kavramlara bulanmasına yol açtı. Gerçek ve sanal kavramları birbirinin zıttı olmaktan çıkarak birbirinin tamamlayıcısı haline geldi.

İşte burada bocalamaya başladık.

İletişim teknolojisinin hızla ilerlemesi ile sanal gerçeklerin yaşamımızın büyük kısmını kaplaması fiziksel ve ruhsal varlığımızı durup yeniden sorgulamamıza neden oldu. Korkmaya başladık.


O yere göğe koyamadığımız, biri bir şey söyleyecek diye üzerine titrediğimiz öznelliğin, çaba ve beklentilerimizin de sanal olmasından, tümüyle gerçek olmayan bir hayatı yaşadığımızdan korkmaya başladık.


Onca yaşanmışlık içinde elimizde gerçek anlamda varlığımızı kanıtlayacak hatıralarımız ve aynı hayatın içinden birlikte geçtiklerimizden başka bir şey olmadığının farkına varıyorduk. Geçmiş yılların yaşanmışlıklarını anlatan kitapların ya da nostalji konulu sohbetlerin son yıllarda giderek daha çok ilgi görüyor olmasını bile bu farkındalığa bağlayabiliriz.


İşte sanal ile gerçeğin duruma, yere, zamana göre yer değiştirebildiği ve öznenin bile varlığını sorgulamak zorunda kaldığı bu zamanlara sosyologlar postmodern zamanlar diyorlar.


Günümüzün gerçeği ne yazık ki, kendi hayatımız da dahil olmak üzere neyin gerçek, neyin sanal olduğunun kesin olarak ayırımının yapılamamasında yatıyor.

Her neyse; sanal ile gerçeğin karışmış gibi göründüğü ve neyin ne kadar gerçek olduğunu algılamanın giderek daha zorlaştığı bir dünyada birilerine “iyi ki varsın” diyebiliyorsanız hâlâ gerçek insanı oynamaya, onun sizin açınızdan gerçek olmasının önemini hissediyor, artı ve eksi bütün özellikleri ile “gerçek” yaşamınızın parçası olmasını istiyorsunuz demektir.

Şimdi isterseniz durup bir kez daha düşünün; Yaşadıklarınızın ne kadarı size ait?

Hatıralarınıza tutunup yaşamınızda “iyi ki varsın” diyebildiklerinizi buldukça bu soruya yanıt vermenin kolaylaştığını göreceksiniz.

Mehmet Uhri


Kutsallığın Kısa Tarihi

Pazar, Mart 22nd, 2009

kut2

Diğer canlılardan farklı olarak insan, dünyaya geldiğinde kendine yetecek olgunlukta değildir. Anne bakımı ve aile ortamı içinde büyür, güçlenir ve olgunlaşır. Kendine yetecek kadar güçlü olamamaktır, insanı farklı kılan. Kendi eksiğini kapatabilmenin çabası ile güçlü olanı arar, ona yönelir ve tutunur.

İnsanoğlu kendinden güçlü olanı kutsal bilip onlara tapınarak aczini dengelemeye çabalamıştır. Varlığını sürdürebilmek, başına kötü şeylerin gelmesini engelleyebilmek uğruna güçlü olana, kutsal olana tapınmış adak ve kurbanlar vermiştir. Kutsal olan karşısında yeri geldiğinde insan kurban edilebilmiştir.

Önceleri uzaklara, çok uzaklara yönelip yıldızlar ve onların simgelediği tanrıları kutsadı insanoğlu. Sonra gök gürültüsünü, şimşeği. Kutsallığın simgeleri giderek yeryüzüne indi. Yeryüzünde erişilmez Olimpos dağında olduğuna inanıldı tanrıların. Tanrılar için tapınaklar inşa edildi, heykeller yapıldı. Kutsal olan karşısında insanın önemi yoktu. İnsan tanrılar için kurban edilebilir bir varlıktı o yıllarda.

Prometeusun tanrıların dağından kutsal ateşi çalıp yeryüzüne indirmesi ile kutsallık, insana daha da yaklaştı. Her şeyi yakıp kül eden, eriten ateşi kutsadı insanoğlu. Ve bu kez ateşe kurban etti insanlarını. Kendi canına karşılık, kutsal olana adakta bulunmanın, kurban vermenin gerektiğine inandı. Kutsal olan karşısında insan hep kurbandı…

Tarım toplumları ile birlikte üretici olan, doğayı değiştirebilen insanoğlu bir anlamda tanrısallığa yaklaştı. Doğa ile mücadelede toplumun gücünün fark edilmesi ile kutsallık topluma yaklaştı. Ne de olsa güçlü olan kutsaldı. Toplumu bir arada tutan tek tanrılı dinler kutsallığı topluma indirgedi. Aynı din altında bir araya gelen toplumların kutsandığı dönemler yaşandı, özellikle ortaçağda. Tarım toplumları ile birlikte insan emeğinin değerlendiğini ve kurban etmenin yerini köleleştirmenin aldığı biliyoruz. İnsan kurban edilemeyecek kadar değerli iş gücü haline geldi.

Artık kutsal olan insan ve onun yaşadığı toplumdu. İnsan kurban etmek de biçim değiştirdi. İnsan öldürülebilir ancak kurban edilemezdi. Ortaçağda din savaşları ile insan kıyımı devam etti. Tanrılar için yapılan tapınak ve heykellerin yerini dini binalar ve heykeller aldı.

Dinin toplum üzerindeki etkisinin hafiflemesi ile millet kavramının kutsallaştırıldığını görüyoruz. Millet ve onun uzantısı olan vatan kutsaldı. Bu kez kutsal olan milletti ve insanlar milletleri için kurban oldular. Milliyetçiliğin kutsandığı savaşlar gördü dünyamız. Ve yine milliyetçiliği simgeleyen anıt ve heykeller yapıldı.

Kutsallık gökyüzünden yeryüzüne indi ve insana yöneldi.

Bireyin tarihteki rolünün giderek daha ön plana çıkmaya başladığı yıllarda kutsallık insana ulaştı. Tek başına doğa ile baş edebilen, doğayı değiştirip dönüştüren, aklı ve icatları ile insanlığı etkileyebilen insanoğlu kutsallığı da üzerine aldı.

Tanrılar için yapılan tapınak ve heykellerin yerini, insanlığa hizmet eden bireyler adına yapılan anıt, heykel ve binalar aldı. Kutsal olan insandı.

Bireyin toplumların kaderindeki rolü ve gücü fark edildikçe kutsallık güçlü olana, bireye yöneldi. Bireyin kutsanması ile önemli bir dönüşüm yaşandı. Kutsal olan birey olduğuna göre kurban edilemediği gibi öldürülmesi de mümkün değildi. Kurban edilecek başka şeyler olmalıydı.

Bireyin kutsanması ile öncelikle savaşlar tartışılır hale geldi. Büyük insan kırımlarına yol açacak savaşlar yapılamamaya, savaşacak insan gücü zorlukla bulunur hale geldi. İnsanın kutsanması hayatı da kutsallaştırdı. Bireysel alışkanlıklar kutsanan hayat yönünde değişti. Doğanın, kutsal insana biat etmesi beklentisi ile dönüştürülmeye çalışıldığı zamanları yaşadık, yaşıyoruz.

kut3

İnsanın kutsandığı dünyada başlangıçta güçlü olan ve kutsanan doğa kutsallığını yitirdi. Doğa insan için sanki yeniden yaratılmaya çalışıldı. Kutsallığın olduğu yerde güçlü olana kurban sunulmalıydı. İnsan kutsallaştırıldığında doğanın diz çökmesi ve kurban edilmesi beklendi. İnsanın kutsandığı, doğanın ise kutsal olana uydurularak dönüştürülmeye, kontrol altında tutulmaya çalışıldığı dönemleri de yaşadık.

Ancak kutsallığın gökyüzünden, yeryüzüne inip insana yönelmesi ve insanı kutsal varlığa dönüştürmesi ile süreç sonlanmadı. Kutsallığın ilerleyişi bir anlamda insanı delip geçip parçaladı.

Önce, her insanın kutsal olmadığı ve hangi insanın kutsanması gerektiği üzerinde duruldu. Seçilmiş insanlar ve hayatların kutsanması gerektiği ileri sürüldü.

İnsanlığın bilgi birikimi teknolojik ilerleme ile birleştiğinde yeni ve çok güçlü bir kavram ortaya çıktı. Teknoloji ve bilim insana hizmet etmekten çok daha ötelere giderek insanı yönetmeye hatta onu yok edebileceğini göstermeye başladı. Birey artık güçlü değildi. Güçlü olan teknoloji ve bilimdi. Güçlü olan kutsaldı.

Kutsallığını yitirdi insanoğlu.

Artık güçlü olan, insanı yöneten, etkileyip değiştirebilen bilgiydi, teknolojiydi. Kutsallığı bilgi ve teknolojinin üstlendiği bir dünyada ise onları var eden, yaşatan kavramların ?verimlilik, kalite, kar vs? egemenliği kaçınılmazdı.

kut5

Kutsallığının kaybı ile birlikte kurban edilemez ve öldürülemez niteliğini de yitirdi insanoğlu. Bilim, teknoloji, ilerleme için insanlar kullanılabilir, kurban edilebilir oldu. Teknoloji tanrılarına kurban edilebildi insanoğlu. Savaş sanayiinin deneme ve uygulama alanı oldu savaşlar.

Kutsallığı bilgide, teknolojide, ilerlemede ve onları var eden verimlilik, karlılık, kalite, ve kazançta arıyor, bu kavramlara tapınıyoruz artık. Görkemli alışveriş merkezleri biçiminde tapınaklar inşa ediyor, alışveriş ritüelleri ile ibadetimizi gerçekleştiriyoruz. Dahası kendi yarattığımız markaları tanrılaştırıyor onların güçlü ve kutsal olduklarına inanıyor, ibadette kusur etmemeye çabalıyoruz. Tüketim ibadetine katılmayanların dünyada yerinin olamayacağına ve marka tanrılarına kurban edilebileceğine inanıyoruz.

Artık güçlü olmadığımızı, kendi yarattığımız ve bizden daha güçlü bir şeyler olduğunu biliyor, insanın ve hayatın kutsal olduğu yılları özlüyoruz…

Mehmet Uhri

Adalılık ve Adalı Olma

Pazar, Mart 22nd, 2009

Bir adada yaşamak, adalı olmak nasıl bir duygudur hiç düşündünüz mü?

Adalar ana karadan farklı bir kültürü, hayat anlayışını “adalılığı” barındırır. Birkaç yüzyıl öncesine kadar adalar mahrumiyet bölgeleri, sürgün yerleriydi. Geçtiğimiz yüzyıla kadar adaların ulaşımı hava koşullarına ve mevsime bağlı olarak denizden yapılabiliyordu.

Kısaca, adalı olmak yalnız olmak, izole olmaktı.

İngilizcede “island- su karası” şeklinde adlandırılan adanın Latince karşılığı “isola” , İtalyancası “isolea”sözcükleridir. İzole olma, izole kalma, izolasyon kavramlarının doğduğu noktadır adalar. İnsanoğlu ayrılığı, yalnızlığı, izole olmayı anlatmak için adalılığı ve ada gibi olma kavramını kullanmıştır.

Eğer adada yaşıyorsanız bağlı olduğunuz ana karadan, başkentten, aynı yönetim altındaki insanlardan uzaksınız. Adadaysanız başınız sıkıştığı zaman yardım gelmesi hava koşullarına ve mevsime bağlı.

Adalıysanız ayrısınız, yalnızsınız…

Adalıysanız, saldırıya da açıksınız. Canınız ve malınız da güvencede değil. Adalar tarih boyunca saldırılara uğramış, yağmalanmıştır. Kendini koruyacak kadar askeri birliğiniz de olamadığı için ana kara insanı gibi güvence yoktur adalarda.


Adalıysanız yalnızsınız, açıktasınız ve güvencede değilsiniz. Hatta zengin olmak gibi bir beklentiniz de olamaz adada. Zengin olup birilerinin saldırısına uğramaktansa kendine yetecek kadar varlıklı olmayı seçmiştir adalı.


Peki böyle bir ortam adalı insanları nasıl etkiler? Nasıl bir şeydir adalılık? Adalı tarzı yaşamak?

Adalılığın önemli bileşeni salt yalnızlık duygusudur. Yalnız olduğunuz için sizinle aynı şartlarda yaşayan insanlara sırtınızı dönemezsiniz. Yalnızlığınızı kim olursa olsun paylaşmak zorundasınız. Açlık, kıtlık yaşandığında, saldırıya uğradığınızda ya da hastanız olduğunda size yardım edecek insanlara gereksinim vardır, adalarda.

Adada yaşıyorsanız komşunuza ve komşunuzun komşusuna mahkumsunuz. Dininiz, milliyetiniz, diliniz ne olursa olsun adada yaşayan herkese açık olmak zorundasınız.

Müslümanı, Yahudisi, Hıristiyanı bir arada aynı kültürde birbirine yabancılaşma fırsatı bulamadan yaşamıştır adalarda. Adalı yalnızlığının doğurduğu paylaşma ortamı, adaları sosyal hoşgörüye ve farklı kültürlere açık kılmıştır.


Adalıysanız, şehir insanları gibi içinize kapanıp yalnız yaşama, kendinizi toplumdan izole etme şansınız da yoktur. Er ya da geç o dışladığınız insanlara gereksinim duyacağınız gün gelecektir. Bu nedenle özellikle Akdeniz adalarında sokaklar dardır, evler iç içedir. İnsanlar biri birilerini görür varlıklarından haberdar olur. Evlerde çıkma balkon bulunur. Balkonlar evlerin dış mekanlarıdır, kent insanının yaptığı gibi kapatılıp içselleştirilmez. İnsanlar doğaya ve diğer insanlara açıktır. Dahası, perdeler evlerin dışında genellikle balkonlara asılıdır. Perde içsel olanı kapatmaktan çok güneşi biraz engellemeye yarayan dışsal bir araçtır adalarda.

Adalı olmak, yalnızlığı paylaşmak, insanlara ve doğaya açık olmaktır.

Sosyal hoşgörüye, değişik kültürlere açık olma adaların mimarisine de sinmiştir. Pek çok ada kilisesinde gotik mimarinin üzerinde Endülüs Müslümanlarının motiflerini ve Yahudi izlerini bu gün bile görmek mümkündür.

Adalılık, kültürün salt, yalın haliyle insan ve onun kültürü olarak yeniden tanımlanmasıdır sanki…

Adalar su ve yiyeceğin sınırlı olduğu yaşam alanlarıdır bilindiği üzere. Özellikle kıtlık dönemlerinde ayırım gözetmeksiniz tüm ada nüfusu kıtlığı yaşayacağı için adalılar için “paylaşma”? sosyal hayatın vazgeçilmezidir.

Paylaşma ile başlar adalılık…

Paylaşma kültürüne ek olarak doğal kaynakların sınırlılığı ve yaşanan kıtlıklar adalarda her şeyin yiyecek maddesi haline dönüşmesine neden olmuştur. Bütün bitkiler, otlar, hayvanlar, böcekler, deniz canlıları yenilebilir hale getirilmiştir. Ada mutfağı bilinen tüm mutfaklardan çok daha zengin ve çeşitlidir. Adalı, doğayı kendi yaşam alanına dönüştürmeye çabalamamış, kendini ona uydurmuştur.


Kent insanları doğadan gereksindiğini alıp işine yaramayanları ortadan kaldırmaya, doğayı kendine göre yeniden kurmaya uğraşır. Adalı ise doğanın parçası olduğunu ve onu kendi istediği gibi dönüştürmeye çabalamanın gereksizliğini bilir. İşine yaramayan objeleri yok etmeye çabalamaktansa onlardan yararlanmaya uğraşır. Gerçek çevrecilik adalı bilincinde şekillenir. Kendini doğaya uydurmaya çabalamaktır adalılık. Bu anlamda adalılık değişkendir, akışkandır. İnsanı değiştirir ve değişime açık kılar.

Adalar ana karaya göre güvenliğin daha zor sağlandığı, saldırıya ve doğal afetlere daha açık yaşam alanlarıdır. Yaşam alanının güvenli olmaması adalıları geleceğe yatırım yapmaktansa bu günü yaşamaya yöneltir. Adalı kültürde yarın olmayabilir. Gerçek olan bugündür, içinde yaşanılan andır. Bu nedenle adalılar günü kurtaracak kadar çalışıp, kazandığını tüketme eğilimindedir. Akdeniz adalarının çoğunda siesta yapılır. Siesta kutsaldır. Günü yaşamaktır adalılık…

Gelecek için yatırım yapma, para kazanma telaşı adalıların çoğu için söz konusu değildir. Hatta para biriktirmek ciddi güvenlik sorunu bile yaratabilir. Adalı için günü yaşamak ve hayatta kalmak, para kazanmaktan çok daha önemlidir.

Adalılığın adalet anlayışı da kendine özgüdür. Eğer bugünde yaşanıyorsa geleceğe dönük yaşamayı planlayan, koruyan katı ve değişmez ana kara hukuku pek işe yaramaz. Anakara hukuku adalıya uzaktır. Bir haksızlık varsa en kısa sürede, zamanında vakit geçirmeden çözülmelidir.

O zaman ada kendi hukukunu yaratır ve uygular. Adalılık adaleti geciktirmez. Çünkü adalı için bugün vardır. Yarın olmayabilir.

Sicilya adası ile birlikte anılan Mafya da özünde adalet ve hukuk sistemidir. Yerel bir hukuk olarak uygulanır. Mafya hukukunun en önemli özelliği basit, yalın olması ve gecikmeden uygulanmasıdır. Mafya örgütlenmesi anakaradan uzak yaşan adalıların kendi hukuk sorunlarını gidermek ve kendilerini ana karadan korumak için buldukları basit çözümdür…

Adalılık ve adalı olma, özünde insanın insana muhtaç olduğunu, doğada yalnız olmaktansa doğanın parçası olması gerektiğini, paylaşmayı, sosyal hoşgörüyü, değişkenliği ve kendi adalet anlayışını sunar.

Günümüzde kent kültürünün yayılıp egemen kültür haline gelmesi ile adalılık ve adalı hayat tarzı giderek etkisini yitiriyor. Adalı olmayı, adalı gibi düşünüp yaşamayı barındırmıyor kent hayatı. Kentler, doğanın kontrol altında tutulduğu, bozulup yeniden yapıldığı yapay mekanlar olarak hayatlarımızı biçimlendiriyor…

İnsan ve onun kültürü de doğa ile birlikte kent kültürü içinde hızla başka bir şeylere dönüşüp yok oluyor.

Halbuki doğası ve kültürü ile birlikte insanlığın var olabilmesi, yaşayabilmesi adalılığı tanımak, adalı gibi düşünüp yaşamaktan geçiyor.

Her ne kadar kent hayatı unuttursa da gerçekte dünyamız da adaya benziyor. Evren denizinin ortasında kaynakları sınırlı biricik yaşam alanımız dünya ve bizler de bu adanın sefil sakinleriyiz aslında…

Söğüt ve Nilüfer

Cumartesi, Mart 21st, 2009

117_1728Önce uzaktan radyonun sesi sonra da elinde radyosu ile kendi göründü. O sabah hastaneye erken ulaşmış kantinde çay içip soluklanma fırsatı bulmuştum. Sıcak ve nemli yaz günlerindeydik. Ağaç altı masalardan birinde çayımı yudumlarken göz göze geldik. Masama ilişmek için izin istedi. Servis hemşireleri onu yaşlı huysuz hatta inatçı ihtiyar adam olarak tanımlıyordu. Hastane yemeklerinden tutun da temizliğe kadar pek çok konuda yakınıyor hiçbir şey bulamasa hemşirelerin makyaj yapmadığından veya güler yüzlü olmadığından dem vuruyordu. Masama davet edip iki çay söyledim. Hal hatır sordum. Sıcak ve nem yüzünden geceleri uyuyamamaktan yakındı. Çay için şeker arandığımı görünce tabağındaki şekeri uzattı.

-         Eskiden çayı şekerli içerdim. Artık kullanmıyorum.

-         Doktorlar mı yasakladı?

-         Hayır. Sizler tansiyon nedeniyle tuzu yasakladınız. Benim gibi tatlı düşkünü birinin tuz kısıtlamasından etkilenmeyeceğini düşünürdüm. Meğer tuz olmayınca insanın damağının tadı da olmuyormuş. Tuzsuz yemekler yüzünden artık ne tatlının ne ekşinin tadını alabiliyorum. Çayın tadını kokusunu alabileyim diye şekersiz içiyorum. Damak tadı kaçmaya görsün, hayatın da tadı gidiveriyor.

El radyosunun sesini kısmış ancak kapatmamıştı. Sanat müziği çalıyordu. Bir süre bahçeye bakınıp çayımızı yudumladık. Bankacılıktan emekli olduğundan birkaç sene önce hanımının vefatı ile iyice yalnızlaştığından söz etti. Hüzünlü gözlerle bahçeye bakıp eliyle süs havuzundaki nilüferleri ve havuzun kenarındaki söğüt ağacını gösterdi.

-         Hanımım bu nilüferler gibi çok güzel ve alımlıydı. Bense dalları ile ona ulaşıp sarmalayan bu salkım söğüt gibiydim sanki. Ona ulaşıp sarmaladıkça güneşini kestiğimi fark etmedim. Üniversiteye devam etmek istedi çocukları bahane edip engel oldum. Çocuklar biraz büyüyünce çalışmak istedi yine engel oldum. Çocuklar büyüyüp ona yapacak iş kalmayınca güneşi göremeyen nilüferler gibi açmaz oldu. Anlamsız bir hastalık aldı götürdü. Hiç direnmedi. Kaderine razı olup gidiverdi bu hayattan.

-         Siz de biraz bencil davranmışsınız.

-         Ne bileyim doktor bey. O zaman doğrusunun böyle olduğuna inandırmıştık kendimizi. Bir gün bile sitem etmedi. Önce ışıltısı kayboldu sonra da kendi. Hayatta olsa, sorsan yine haline şükreder ses etmez, yakınmazdı. Sabahları gelip bu havuzun başında sanki kendi hayatıma bakıyorum. Gölge etmesin diye geçen gün birkaç uzun dalını kimseye çaktırmadan kestim, söğüdün.   

ispanya-174Radyoda çalan kırmızı gülün alı var şarkısını duyunca sesini açtı. Hanımının sevdiği parçalardan olduğunu söyledi. Gözleri dolmuştu. Konuyu değiştirmek için rahatsızlığını sordum. Kendini daha iyi hissettiğini ancak hastane yemeklerinden hayli şikayetçi olduğunu söyledi. Vejetaryenler için uygun diyet olmamasının önemli eksiklik olduğunu vurguladı. Eşinin vefatından sonra et yiyemediğini giderek vejetaryen olduğunu anlattı.

-         Eşimin acısını unutmak için sarıldığım kitaplardan birinde hiç et yemeden gayet sağlıklı yaşanabileceğini, insanın gerçekte otobur olduğunu üstelik et yemeyenlerin başka insanlara zarar vermeyeceğini anlatıyordu. Velhasıl etten uzak durmaya başladım.

-         Vejetaryen olmakla hayatınızda önemli değişiklik oldu mu?

-         Olmaz mı? Neticede insan da bir tür hayvan. Başka bir hayvanın canını alıp etini tüketmediği takdirde daha sakin ve barışçı olur diyordu o kitapta. Gerçekten de öyle. Yemek kültürümüz etten uzak durabilse toplumun daha barışçı, sakin olacağını düşünüyorum. İçinde yaşadığımız toplumda şiddetin bu denli kabul görmesinde ete olan düşkünlüğün de payı olduğuna inanıyorum.

-         Nasıl yani?

-         Küçüklüğümüzden başlayarak şiddet ve güce dayalı bir toplum içinde büyüyoruz. Ormanlar kralının aslan, tilkinin kurnaz, kurtların saldırgan olduğu etobur bir masal dünyasında yetişiyoruz. Atın, kuzunun, ineğin hatta fil ve zürafanın egemen olduğu daha barışçı dünya sunmuyoruz çocuklara. Torunum geçen gün koskoca fil dururken aslanın neden ormanlar kralı olduğunu sordu, açıklamakta zorlandım. 

Bir süre susup radyonun sesini açtı. Güneş giderek daha çok hissediliyor ve yine hayli sıcak gün geçireceğimizin işaretlerini veriyordu. Pek esinti de yoktu. Çayı tazelemeyi teklif ettim ağzının tadı olmadığını hatırlatıp istemedi. Radyonun sesini biraz daha açtı.

-         Havaya karışmadan müziğin tadına varamıyorum. Açacaksın sesini havaya suya toprağa bulanıp öyle gelecek kulağına. Gerçi şimdinin müzikleri pek öyle değil. Eskidik artık. Dahası radyonun sesini açmamdan bile rahatsız oluyorlar.

-         Çok mu farklı günümüzün müziği?

-         Bence fark müzikte değil, insanlarda. Gençler kendi müziğini kimseye duyurmadan kulaklıkla dinliyor. Birbirlerinden saklıyor dinlediklerini. Havaya salınmayan müzikten ne keyif alırlar bilmem. Bildiğim, kokusuz pişen ve paylaşılmadan yenen yemeğin lezzeti de olmayacağıdır. Gerçi artık bana pek soran da kalmadı ya, neyse.   

Hastane bahçesi kalabalıklaşmıştı. Birlikte kalkıp servisin yolunu tuttuk. Bir ara dönüp nilüfere ve dalları ile ona ulaşmaya çalışan söğüt ağacına baktı. Radyosunun sesini kıstı ama kapatmadı. Konuşmadan, ağır adımlarla hastane binasına doğru yürüdük. Hastanenin yoğun günlerinden biri daha başlıyordu.

Eyüp’te Sonbahar

Çarşamba, Mart 18th, 2009

pl1O sabah, Eyüp sırtlarına sonbaharın serinliği çökmüştü. Geceden yağan yağmurun ardından açan güneş bulutlarla gölge oyunundaydı. Pierre Loti çay bahçesi ise serinleyen havaya rağmen kalabalık turist gruplarını ağırlıyordu. Masalar hemen tümüyle doluydu. Çay bahçesinin devamındaki Eyüp mezarlığı ise yüzyıllardır yaptığı gibi sessiz ve mağrur Haliç?e bakıyordu.

Boş masa bulamayınca tespih ve nazar boncuğu satan seyyar satıcının oturduğu masadaki diğer sandalyeye izin isteyip iliştim. Uzaklardan gelen şehrin gürültüsü, rüzgarın ağaçlarla birlikte yaptığı dingin müziği baskılıyordu.

Az ilerideki masada genç kız ve delikanlı açtıkları kitapta bir probleme odaklanmış çözmeye uğraşıyorlardı. Sanırım üniversite sınavına hazırlanıyorlardı. Kız daha iddialı görünüyor delikanlıya çözümü gösterip bir şeyler öğretmeye çabalıyor, delikanlı ise pek kendinden umutlu gibi değil gibi davranıyordu. Yan yana olsalar ve delikanlı kızdan gözünü ayıramasa da kızın delikanlıdan uzak duruşuna bakılırsa pek flört ediyor gibi değildiler. Kız bir ara sesini yükselterek ?Ama hiç kendini vermiyorsun. Böyle olmaz ki. Varsa yoksa futbol. Başka bir şey bilmez misin, sen?? diyerek delikanlıya çıkıştı. Delikanlının başını önüne eğip üzüldüğünü görünce kız dayanamadı biraz sonra elini uzattı. Önce koluna dokundu sonra elleri buluştu. Şimdi kız biraz daha yakın oturuyordu, delikanlıya.

- Görüyor musun, beyim? Mezarlığın orta yerinde çay içip piknik yapan, gönül eğlendiren başka millet var mıdır, dünyada?

Masasına iliştiğim göz boncuğu satan yaşlı seyyar satıcının bu sözleri ile irkildim. Eski de olsa gri takım elbisesi temiz ve ütülüydü. Kravat takmamıştı ama gömleğinin tüm düğmeleri ilikliydi. Gerçekten de Eyüp mezarlığının içindeydik ve herkes halinden memnundu. ?Bu durumdan kimse rahatsız değil, sanırım? diye cevap verdim. Gülümsedi elindeki tespihleri gösterip ?Memuriyetten emekli olduktan sonra senelerdir rızkımı kendi yaptığım bu tespih ve nazar boncuklarından kazanırım. Ben de memnunum burada olmaktan. Bunca ölünün arasında ölümü kabullenerek yaşanılası bir şey bu hayat dedikleri, galiba. Hatta sanki böylesi daha bir anlamlıı? diye yanıtladı.

Daha sonra ne iş yaptığımı sordu. Hekim olduğumu öğrenince yüzü asıldı. Hastanelerden uzak durduğunu, hiç beğenmediğini, kapısından korkarak girdiğini anlattı.

?Hastaneden korkmayan var mıdır? Hep söylerler bu senin dediklerini? diye teselli etmeye çabaladım. Kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak;

- Sana garip gelecek ama eskiden hastaneler hastane gibi kokardı. Şimdi lüks otel gibi kokuyorlar. O koku kaybolduğundan beri daha çok korkuyorum, hastanelerden.

- Ne önemi vardı o kokunun, senin için? Kullandığımız dezenfektan maddelerin kokusuydu o.

- Ne kokusuydu, ne işe yarardı bilemem ama ilaç gibi kokardı ortalık. O kokuyu duyduğum zaman hastalıkların oraya giremeyeceğine, beni bir şeylerin sarıp sarmaladığı, koruduğu hissine kapılırdım. Küçükken hastane korkumu yenmek için öyle öğretmişlerdi. Temizlikten öte bir şeydi hastane kokusu. Şimdilerde o kokunun olmadığı yerlerden şifa bulacağına inanası gelmiyor insanın.

pl2Sustu bir süre, Haliç?e bakındık. Yükseklerden, çok yükseklerden Haliç?e doğru uçan martıların çığlıkları duyuldu. Esen rüzgar, dökülen yaprakları savurdu. Önce kokusu sonra tepsisi ile çaylar geldi, masamıza. Haliç?te iki yaka arasında kürek çeken sandalda biri çocuk üç kişi görünüyordu. Yanlarından geçen mavnanın dalgaları yüzünden hayli sallandıklarına şahit olduk.

Çayları tazeleme amacıyla garsona seslenmek için ayağa kalktığımda az ötede mezarlıktan çıkan ve ağır adımlarla kararlı ilerleyen kaplumbağayı gördüm. Bizim seyyar satıcı yanına gidip kaplumbağayı eline alıp kafasını okşadı ve ?sabah gezmesine çıktı yine bizimki. O da keyfine düşkündür. Hep buralarda dolanır. Bazı sabahlar masa altlarında buluruz? dedi. İriliğine bakılırsa hayli yaşlıydı. ?Evi sırtında özgürce dolaşmak ama onca ağırlık yüzünden pek bir yerlere gidememek garip bir tezat değil mi? diye sordum.

Bizimki kaplumbağayı gitmek istediği yere çalıların arasına geri bırakırken eliyle ?boş ver? dercesine işaret yaptı.

- Neden evi olsun ki bu kabuk? Bence kaplumbağanın kabuğu onun giysisidir. Hani bilirsin. Kimileri makamına, giysisine sığınır. İçindekini görüp tanısınlar istemez. O koltuğu, makamı kaybetmemek, çıplak kalmamak için paralar ya kendini. Bence kaplumbağanın kabuğu da öyle giysi, kendi de zavallı bir yaratık işte.

- Yani?

- İçindekini gizlemek için o ağır kabuğu taşımak zorunda olan bu zavallı hayvanlara bakıp ?evi sırtında ne güzel özgürce yaşıyor? demek bence saçma. Neymiş? Evi sırtındaymış, özgürmüş. Sevsinler?

Satması gereken tespih ve göz boncuklarını gösterip izin istedi. Masaların arasından ağır adımlarla çay bahçesindekilere doğru yöneldi.

Önümüzdeki masada ise kız ve delikanlı kitabı kapatıp kenara koymuşlardı. Delikanlı kızın yanına sokulup elini sandalyesinin arkasına atmıştı. Kız bu duruma ses çıkarmasa da ellerini masa üstünde kenetlemiş biraz tedirgin bir bekleyiş içindeydi. Delikanlı kahve içip fal baktırmayı önerse kız istemedi. Delikanlı için işler pek istediği gibi gitmiyordu. Çay bahçesinin kalabalığı arttıkça yukarılardan gelen martı çığlıkları ve rüzgarın uğultusu giderek daha zor duyuluyor, Pier Loti ve Eyüp mezarlığı bir sonbaharı daha yaşıyordu.

Mehmet Uhri

Zamane Anneleri

Çarşamba, Mart 18th, 2009

zamane-1“Sen de dedem gibi ölecek misin, anneanne?” sözleri hasta odasında yoğun sessizlik yaşanmasına neden olmuştu.


Geçirdiği ameliyatlardan sonra pek toparlayamamış yaşlı hanımefendiyi hasta yatağında ilkokula yeni başlamış torunu ve kızı ziyarete gelmişti. Küçük çocukları hasta ziyaretine kabul etmememiz başlangıçta sorun yaratmış, kısa süreli ziyaret için izin koparmışlardı.


Hasta odasında ana kız konuşup dertleşirken torun araya girip sormuştu o can sıkıcı soruyu. Kafamı eğip elimdeki dosya ile ilgileniyormuş gibi yaptım.


Hastamız torununu yatağın kenarına oturttu. Ellerini tutarak “Şimdi değil, iyileşip eve döneceğim, merak etme. Hemen ölmeyeceğim. Ama er veya geç hepimiz öleceğiz” dedi.


Torun yanıttan pek tatmin olmuş gibi değildi.


- Ama bu haksızlık, anneanne. Ölünce onları bir daha göremiyoruz. Dedemi çok özledim ben.


- Merak etme, insanlar ölünce görünmez olurlar ama hepten yok olmazlar.


Torun bir süre babaannesinin boynundaki kolye ile oynayarak düşündü. Sonra “Peki insanlar ne oluyor, ölünce?” diye sordu. Anneanne önce odadakilere sonra kızına baktı. Torununun saçını okşayarak;


- Bir şekilde aramızda oluyorlar, ölenler. Kimi bir renk, kimi tat veya koku kimi de dokunuş olup geri geliyorlar. Mesela rahmetli annemin yaptığı puf böreğini hiç unutmadım. Nerede o kokuyu veya tadı bulsam annemin orada yanımda olduğunu bilirim. Dedeni ise saçlarımdaki dokunuş ile hatırlarım. Nerede bir rüzgar saçlarımı okşasa dedenin yanımda olduğunu düşünür, sevinirim.


- Peki sen ölünce ne olup geleceksin, anneanne?


- Onu sen bileceksin. Beni nasıl hatırlamak istersen o şekilde geleceğim yanına.


Ziyaret kısa sürmüştü. Onlar odadan çıktıktan sonra hastamız, torununu çok özlemiş olduğunu belirterek ziyarete engel olmadığımız için teşekkür etti.


- Bu küçük torunumu büyüğünden daha çok seviyorum, doktor bey.


- Doğrusu torunlarınız arasında ayırım yapıyor olmanızı yadırgadım.


- Haklısınız ama böyle olmasında biraz kızımın da kabahati var. İlk çocuğunu çabuk büyütmeye çabaladı. Kendince başardı da. Ama büyük torunum hepimizden uzak soğuk, ağır biri oldu çıktı. Şimdi hepimiz yakınıyoruz ama iş işten geçti.


- Neden böyle oldu?


- Ne yazık ki, kızım da diğerleri gibi zamane annelerinden oldu. Çocuğunu en iyi şartlarda, en iyi okullarda en iyi eğitim ile yetiştireceğim diye tutturdu. Çocuğun almadığı ders kalmadı. Bale, piyano, tenis, yüzme dersleri yetmedi kolejlerde okuttu. Onunla birlikte ders çalışıp sınavlara birlikte girdi sanki. Şimdi adı sanı duyulmuş kolejlerden birinde okuyor. Ama hepimizden uzaklaştı. Derslerinden başka oyun bilmeyen soğuk ağır biri oldu.

Bir süre sustu, soluklandı. Elimi tutup yatağında doğruldu. Yastıklarını düzelttim.


- Zamane anneleri böyle oluyor, işte. Çocuk yetiştirmeyi yemek yapmak sanıyorlar. Parayı bastırıp en donanımlı mutfakta en iyi malzemeleri kullanırsa yemeğin mükemmel olacağını hayal ediyor, ortaya çıkan yemeğe bakıp neden lezzetli olmadığını soruyor, kabahati mutfakta veya malzemede arıyorlar. Kendilerine hiç kabahat bulmuyorlar. Halbuki elinin emeği, sabrı, özeni olmadıkça lezzeti yakalayamazsın. Hele bir sarma sarsınlar da göreyim ben onları. Bu kez de ” O kadar emek verdim, kimseye yedirtmem” diye tuttururlar. Sanki analarından böyle gördüler. Hayat kolaylaşıp hızlandıkça her şeyin aynı kolaylıkla yapılacağını sanıyor bu zamane anneleri. Çocuklarını da çabuk büyütmeye uğraşıyorlar. Onları hızlı yaşlandırdıklarının farkında bile değiller.


- Yani?


- Çocuk bu, yetiştiği ortamdaki insanlara anne babasına benzeyecek elbet. Çocuk onlara benzemeye başladıkça anneler kendi beğenmediği yönlerini çocuklarında görüp kızıyor, nerede hata yaptıklarını bulmaya çabalıyorlar. İkinci çocukta ise o ilk heves kalmıyor da öyle kurtarıyor onlar kendilerini.

.

zamane-2

.

Boğazı kurumuştu. Bir yudum su içip eskiden ailelerin ilk çocuklarının ağabey ve abla ağırlığı ile yetiştirildiğini ilk çocukların aileyi iyi yansıtma görevi olduğu için daha değerli olduğunu ama artık devrin değiştiğini ailelerin kendilerini değil de hayallerini çocuklarına yüklediğini ilk çocuktan sonra gelenlerin ise daha özgür olgunlaşıp aileye daha çok benzediğini anlattı.

.

Birkaç gün sonra hastamızın baş ucunda suluboya bir resim vardı.

.

Resimde mavi boyalı gökyüzünde sapsarı güneş ve bir de çiçekler içinde gülümseyen kız çocuğu vardı. Hastamız resim ile ilgilendiğimi görünce okumakta olduğu gazetesinden kafasını kaldırıp;


- Torunum benim için yapmış bu resmi, doktor bey. Resimdeki kız kendisiymiş. Karar vermiş, ben ölünce onun gözünde resimdeki gökyüzünün mavisi olacakmışım. Gökyüzüne her baktığında benim yanında olduğumu bilecekmiş, böylelikle. Bu sımsıcak güneş ise dedesiymiş.

Gözleri dolmuştu. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. “Torunumun gözünde gökyüzünün mavisi olacakmışım, dedesi de hepimizi ısıtan güneş. Daha ne olsun?” dedi.


Bir kaç gün sonra hastamız iyileşerek taburcu oldu. Torunun yaptığı resim ise etajerin çekmecesinde unutulmuştu.


Resmi elime alıp öğle arası bahçeye çıktım. Yağan yağmurun ardından masmavi gökyüzünde açan güneş, sıcaklığını iyice hissettiriyor, ağaçlar sonbahara hazırlanıyordu.


İlacın Duası

Çarşamba, Mart 18th, 2009

eczane1Eczanenin kapısı açıktı. Camlı masif ahşap dolapları antika denebilecek masa ve bankosu ile eczaneden çok müzeyi andırıyordu. Eczacı, yaşlı kadın hastasının ilaçlarını nasıl kullanacağını kutuların üzerine yazarak özenle anlatıyordu. İlaçları alan kadın, çantasından çıkardığı cam kolonya şişesini uzatıp ?Bizim bey kolonya istemişti. Ama o geçen sefer verdiğin tütün kolonyasını beğenmedi.Limon kolonyası istiyor? diyerek uzattı.

Eczacı elimdeki reçeteyi görüp eliyle biraz bekle işareti yaptı ve bankonun üzerinde duran büyük cam kolonya şişelerine yöneldi. İstenilen miktar kadar limon kolonyasını pompalayarak şişenin üzerindeki dereceli silindire aktardı sonra yan taraftaki musluğu açarak şişeye doldurdu. Kapağını kapatıp onu da diğer ilaçlar gibi kağıda sardı ve kadına verdi. İlaçları ve kolonyayı çantasına koyan yaşlı kadın eczaneden çıkarken elimdeki reçeteyi uzattım. Eczacı masasına oturup gözlüğünü taktı. Bir süre reçeteye baktı. Bu arada doktor olduğumu ve kızımın ergenlik sivilcelerinin sorun olması üzerine eskinin deneyimli cildiyecilerinden birine gittiğimizi ve onun da bu reçeteyi yazdığını anlattım. Reçetenin piyasa ilaçları içermediğini eczane ortamında hazırlanması gerektiğini ancak sorduğum pek çok eczaneden hazırlama reçete yapmadıkları yanıtını aldığımı, bu eczaneyi de sora sora bulduğumu belirttim. Eczacı sessizce dinledi sonra gözlüklerinin üzerinden gülümseyerek baktı;

-         Doktor bey biz eski eczacılardanız. Öyle diğerleri gibi esnaf olamadık. Bakma sen hepsi bilir bu ilacı hazırlamasını da zor geliyor. Gerçi benim gibilerin de soyu tükendi sanırım. Zaten bir süre sonra bu tür reçete yazan da kalmayacak, hazırlayan da. Beklersen hemen hazırlarım.

Reçeteyi alıp içeri geçti. Perdenin aralığından terazide bir şeyler tarttığını sonra onları büyücek porselen kapta karıştırdığını, üzerine su benzeri sıvı katıp koyu kıvamlı kirli beyaz bulamaç hale getirdiğini görüyordum. Hazırladığı karışımı iki parmağı arasında ezerek kıvamına baktı. Biraz daha sulandırdı.

eczaciBu arada, eczaneye girerken fark etmediğim ve vitrinde miskin miskin uyumakta olan bol tüylü tekir kedi gerinerek uyandı, kuyruğunu sallayarak yanıma geldi. Artık kullanılmasa da yerini yazar kasaya terk etmekte direnen o eski koca göbekli kasa ve yanındaki eski model baskül eczanenin müze görünümünü daha da anlamlandırıyordu. Kapıdan girişte dolabın hemen üstünde asılı olan siyah beyaz fotoğrafından, eczacının gençliğinde hayli gür kıvırcık saçları olduğu anlaşılıyordu. Fotoğrafın sağında eskimiş çerçevesi ile diploma solunda da eczacılık yemini asılıydı. Kısa süre sonra eczacı hazırladığı karışımı koyu renk cam şişeye koyarak üzerine eczanesinin etiketini yapıştırdı.

-         Al bakalım doktor bey oğlum. Umarım çok beklemedin. Yıkayıp kurulayıp cilde günde 3-4 kez sürersen, kurutur iyi gelir sivilcelere. Hazırlarken duasını da okudum merak etme.

-         Dua mı? ne duası?

-         Beyim bunlara majistral ilaç derler. Eczacılık tarihi kadar eskidir bu ilaçlar. Hazır elbise yerine terziye elbise diktirmeye benzer biraz. Adamına göre hazırlanır ve kullanılır. Benim babam da eczacıydı. Hazırlarken iyi gelsin diye dua okurdu. Eskiden öyleydi eczacılık.

İlacı alıp borcumu sordum. Gülümseyerek ?sağlıkçıyız sizden para alamam hatta sizin de beni zor durumda bırakmamak için sormamanız gerekiyor. Ne yazık ki yeni yetişenlere öğretmiyorlar bunları? dedi. Biraz ısrar edecek oldum eliyle susmamı işaret etti. Kolonya şişesinin musluğundan eline döktüğü kolonyayı yanaklarına sürüp kokladı.

-         Az önce ilaç hazırlarken öksürdüğünüzü duydum. Elimde yeterli malzeme yok haftaya gelebilirsen sana bir de öksürük şurubu hazırlarım. İyi gelir merak etme.

-         Sizin gibi eczacı tanımadım doğrusu bugüne kadar.

-         Bunda şaşıracak bir şey yok, asıl eczacı dediğin benim gibi olur. Bakma sen diğerlerinin diplomalarında eczacı yazdığına.

-         Nasıl yani?

-         Eskiden her şeyin başı sağlıktı, şimdi ayağa düşürdüler. Pazar malı oldu milletin sağlığı. Sağlığa para bulaşınca zanaat geri çekildi, eczacılık al-sat işine döndü. Önce biz eczacıları tezgahtar yaptılar sonra sıra siz doktorlara geldi. Devir değişti. İşini iyi yapanı değil iyi para kazandıranı tutuyorlar el üstünde, görmüyor musun?

-         Peki, ya sonra?

-         Sonrasında sırada hastalar var, sanırım. Böyle giderse herkesi hasta olsun olmasın ilaç kullanır hale getirecekler bizleri de alet edecekler bu oyuna. Her neyse sen haftaya uğra da şu öksürük işini bitirelim.

Elini sıkıp izin istedim. Söyledikleri kafamı karıştırmıştı. Eczaneden çıktım bir iki adım sonra geri dönüp vitrinden göz ucuyla içeri baktığımda bizim yaşlı eczacının masasında gazetesini okuyup bir yandan da kucağındaki kediyi okşadığını gördüm. Bu sırada öksürüğüm beni ele verdi. Eczacı gazetesinden kafasını kaldırıp bana baktı gülümsedi, eliyle ?haftaya? der gibi işaret yapıp gazetesine döndü.

Taşın İnsanı

Çarşamba, Mart 18th, 2009

000028?O taşlar genç, bırak onları. Sen bu yandakilere bak? diyerek önünde duran tezgahı gösterdi. Erzurum?un simgesi Oltu taşının işlenip satıldığı Taşhanda dükkanlardan birindeydim. Biçim verilmiş ve parlatılmayı bekleyen taşlara elimi atınca dükkan sahibi bu sözlerle engel olmuştu. Saçı başı ağarmış, yüzünün kırışıklıkları artmıştı ama yine de yaşından daha çok yıpranmışa benziyordu. Elindeki biçim verilmiş ve gümüş kakma yapılmış Oltu taşlarını parlatıp parlak kuzguni siyah hale getirmeye uğraşıyordu.

Taşhan da ortalık sakindi. Girdiğim dükkanın sahibi aksi birine benziyordu. Fiyatını sorduğum bir iki ürün için kafasını bile kaldırmadan ?üstünde yazıyor, okuman yok mu? diye tersledi. Elime aldığım tespihleri gösterip hangisinin daha iyi olduğunu sorup yardım istedim. Bu kez yüzüme bakıp;

-         Beyim, hepsi aynı toprağın taşı, aynı elde işleniyor. Benzerler biri birine.  Sen eline iyi oturanı, içine sineni, dahası eline sıcak geleni seç. Canlı gibidir bu taşlar sevildiğini bildiği elde kullanıldıkça parlaklığı artır. Daha bir güzelleşir.

-         Peki yıkayabilir miyiz, bu taşları?

-         Yıkanır yıkanmasına da parlaklığını yitirmesin istiyorsan elinden düşürmeyeceksin. Tene değecek, ilgi görecek ki göstersin kendini. Biraz buraların insanına benzer, çocuk gibidir bunlar.

Tespihlerden elime daha sıcak geleni satın alıp paketlettim. Para üstünü denkleştirip paketlerken bu taşlara karakehribar da dendiğini Oltu ilçesi yakınlarında çok zor şartlarda ince damarlar halinde maden ocaklarından çıkarıldığını, çıkarıldığında işlenebilir yumuşaklıkta olan taşların havayla temas ederek taşlaşıp sertleştiğini anlattı. Tezgahın altında ıslak bez içinde tuttuğu ham taşları gösterip ?sertleşmeden işlenebilsin diye ihtiyacımız kadarını çıkarır ıslak tutar, kalanı toprakta bırakırız? dedi.

Bu sırada elinde sefer tasları ve tepsisi ile öğle yemeğini getiren sonradan hanımı öğrendiğim kadın girdi dükkana. Konuştuğumuzu görünce sessizce yemek kaplarını bırakıp kenara oturdu.

Dükkandan çıkmak üzereyken ?Dur hele beyim. Bu da senin kısmetin. Bir bardak ayran içmeden bırakmam? diyerek engel oldu. Bu sırada hanımı bardaklara ayran dolduruyordu.

-         Çırağın yok mu? Yalnız mı çalışıyorsun?

-         Yok beyim, yok. Şehir gencini tutamıyor ki, elinde. Biraz büyüyen büyük şehre kaçıyor. Neymiş, buralarda para yokmuş. Para olmayan yerde hayat olmazmış. Çekip gidiyorlar. İki oğlumu aldı elimden koca şehir. Kızımı buralarda gelin ettim de öyle tutabildim. Yoksa o da gidecekti ağabeylerinin yanına.

Hanımı bu sözleri doğrularcasına kafasını sallıyordu. Hafiften kederlenmişlerdi.

-         Beyim koca Taşhanda taş işlemeyi öğretecek çırak bulamıyoruz. İşler de çok iyi değil, zaten.

-         Neden böyle oldu?

-         Az önce söyledim ya, yenisi makbul değil bu taşların. Eskidikçe güzelleşiyor. Elindeki taşın değerini bilen yenisini almıyor. Satın alan da azaldı. Gençlerse başka telden çalıyor. Onlar eskiyi istemiyor artık. Devir değişti, her şeyin yenisi makbul. İş görse bile biraz eskiyen atılıp yenisi alınıyor. Bu taşlar onlara uymuyor.

Sonra az önce elimi attığımda ?onlar genç, bırak onları ? diyerek engel olduğu taşlardan birini aldı eline. ?Bilseler bu taşların buraların insanlarına ne kadar benzediğini, görürler elbet. Ama görmüyorlar? dedi.

-         Bu taşların nesi benziyor buraların insanına?

-         Toprağın kucağında yumuşaktır bu taş demiştim az önce. Bilirsin toprak anadır hepimiz için. Ana kucağında yetişir ailede pişeriz. Erzurum insanı da bu taş gibi ana kucağında yetişir, ailede şekillenir, işlenirdi. Dışarı çıktığında ise gördüğün o sert inatçı kararlı Erzurum insanına dönüşürdü, bu taş gibi. Dışı serttir lakin kalbi yumuşaktır, Erzurumlunun. Ama bu para derdi, göç belası mahvetti ortalığı.

-         Göçün ne gibi etkisi oldu?

-         Dedim ya ihtiyacımızdan fazlasını toprağa gömeriz bu taşın, sertleşmesin işlenebilsin diye. Büyük şehre insan yetiştireceğiz diye erkenden ana kucağından koparıp yontmadan cilalamadan gönderiyoruz çocuklarımızı. Oralarda daha da sertleşip, şekle girmez oluyorlar. Ana baba sözü de dinlemiyorlar. İşlenmemiş ham taş insanı olup çıkıyorlar. Bunların yetiştirdiği çocuklardan ülkeye ne hayır gelecekse?

Hanımı boş bardakları toplarken ?Kusura kalma, bizim bey oğulları ile kavgalı, kalbi kırık. Görüşmüyorlar. Benim ana yüreğim yanık bir şey de diyemiyorum? dedi. Bizimkinin suratı asılmıştı. Daha konuşmadı, elindeki işe döndü. Ayran için teşekkür edip dükkandan çıkarken hanımı kocasının yemeğini hazırlıyordu. Vitrinde asılı Oltu taşları ise gümüş işlemenin ışıltısı ve kuzguni siyah parlaklığı ile iyice tenhalaşmış Taşhanda tenine değecek, birlikte eskiyecek insanları bekler gibiydi.